1. bölüm: LEYDİ MARY WORTLEY MONTAGU
Koronavirüs salgınının dünyayı kasıp kavurduğu, virüsü yok edecek etkili bir ilaç ya da aşının henüz elimizde olmadığı bu günler bizleri umutsuzluğa itebilir. Ancak insanoğlu dünya üzerinde var olduğundan beri salgın hastalıklarla mücadele etmiştir ve bu mücadeleden insanoğlu hep muzaffer çıkmış, kontrol edilmez olduğu düşünülen hastalıkları başarıyla kontrolü altına almıştır.
O yüzden gün gelip de Koronavirüsün de tarih olacağını unutmayalım ve umudumuzu kaybetmeyelim. Aşağıdaki yazı gerçekte yaşamış ve hayali kişilikleri tarihe uygun diyaloglar içinde sunarak bize tarihin sayfalarında unutulmuş böyle bir mücadeleyi tanıtmaktadır.
1713, Londra, İngiltere
Bir öğle vakti, Leydi Mary Wortley Montagu oturma odasına çekilmiş, pencereden bahçesini seyretmekteydi. Odaya giren hizmetçilerden birisi ona seslendi:
‘Leydim, misafiriniz var, içeriye alayım mı?’
‘Kimmiş?’
‘Leydi Jane Walpole’
‘Tabii içeri al, ayrıca bize de çay hazırla’
‘Tamam, leydim’
Leydi Jane Walpole oturma odasına girip Leydi Mary’yi selamlar. Leydi Mary onu pencerenin yanındaki koltuğa buyur eder:
‘Hoş geldin Jane! Geldiğin çok iyi oldu. Ben de sıkıntıdan patlıyordum, sohbet edecek birini arıyordum. Nasılsın?’
‘İyiyim, sağol. Ya sen ne yapıyorsun? Eşin nasıl?’
‘Ben de iyiyim. Edward çok meşgul. Kral George ona sürekli iş verip duruyor. Ya senin ailen nasıl, iyiler mi?’
‘Eh!’
‘Eh? Ne demek bu?’
‘Küçük kardeşim Elizabeth’i biliyorsun.’
‘Evet, ne oldu ona?’
‘Üç ay önce çiçek geçirdi.’
‘Aman Allahım! Şu anda nasıl? İyileşti mi?’
‘İyileşti, ancak hastalık onu çok tüketti. Üstelik yüzünde çok fena bir çiçek bozuğu izi kaldı.’
‘Ah canım, Elizabeth’i çok severim. Çok çok üzüldüm. Yine de Allah bağışlamış, sağ kalmış! Dua etsin.’
‘Evet, biz de hep dua ediyoruz zaten. Kendisi her gün evimizin yakınındaki kiliseye gidip dua ediyor.’
‘Ne lanet bir bela bu çiçek!’
Leydi Mary’nin gözleri yaşlanmıştı. Jane’in elini avcuna aldı ve sordu:
‘Erkek kardeşim James’i hatırlıyorsun, değil mi?’
‘Rahmetli kardeşin James’i tabii hatırlıyorum. Deniz kuvvetlerine katılmayı hayal ediyordu. Baloda dans ettiğimizden beri bana aşıktı, benimle evlenmeyi düşünüyordu.’
‘Ne yazık ki bu çiçek belası genç yaşta yaşamını sona getirdi. Çizim yapmayı severdi, biliyorsun. Her gün çizimlerine bakıp onu hatırlıyorum ve sessizce ağlıyorum.’
Leydi Jane içini çekerek ağlamaya başladı. Leydi Mary arkadaşını nasıl teselli edeceğini bilemiyor, çaresizce pencereden dışarı bakıyordu. O sırada kapı açıldı, hizmetçisi çay servisini getirmişti.
‘Çay hazır, leydim.’
‘Sağol, Margaret. Oraya sehpanın üzerine kur.’
Leydi Jane’e dönüp:
‘Sürekli hastalık ve ölüm konuşup durmayalım. Çayın bir tadına bak’
‘Çay? O da ne?’
‘Bu sihirli bir içecek, Çin’den gelme. Çayın otunu sıcak su içinde demleyip içiyorum, bütün sinirlerimi yatıştırıyor.’
‘Tadı biraz acı.’
‘İçine süt kat.’
‘Tamam, şimdi daha iyi. Nereden buldun bu içeceği sen?’
‘Eşim Edward Londra’lı tüccar Thomas Twining’in dükkanından almış.’
‘Gerçekten de insanı dinlendiriyor. Sence İngiliz halkı bu içeceği sever mi dersin?’
Çay, Leydi Jane’i sakinleştirmişti. Çiçek hastalığını ve sevdiklerine getirdiği felaketleri unutturmuştu.
1716, Londra, İngiltere
Yıllar içinde Leydi Mary ve Leydi Jane’in arkadaşlığı ilerlemiş, her hafta buluşmaya devam etmişlerdi. Ancak Leydi Mary bir yıl önce çiçek hastalığını kendisi geçirmişti. Hastalıktan iyileşmişti, ancak yüzünde çiçek bozuğunun izleri vardı. Bir gün Leydi Jane kendisini yine ziyarete geldi.
‘Mary, nasılsın canım?’
‘Eh işte, iyiyim ama şu aynalara bakmaktan kendimi alamıyorum. Yüzümdeki ize bakıp duruyorum.’
‘Bir bakayım şuna. Bence abartıyorsun, hâlâ çok güzelsin. Belli olmuyor bile.’
‘Beni teselli etmek için söylüyorsun ama biliyorum yüzüm mahvoldu. Eskiden saray hanımlarının en güzeli bendim. Londra’da Kral George’un sarayına gittiğimde bütün saray asilleri dönüp dönüp bana bakardı. Ama sonra şu çiçek belasını geçirdim. Ateşlendim, vücudumun her yerinde kabarcıklar çıktı. Neyse ki sağ kaldım ama yüzümdeki yaralar iyileşirken izini de bıraktılar. Şimdi sarayda kime yüzümü göstereyim. Eskiden beni kıskanan sarayın diğer soylu hanımları şimdi dalgamı geçiyorlar!’
Leydi Jane arkadaşının çiçek bozuklu yüzüne baktı. Evet, hastalık tahribatını yapmıştı ama Mary hâlâ çok güzeldi. Ancak buna kendisini inandırmak zordu. Konuyu değiştirmek için sordu:
‘Eşin ne yapıyor? Hâlâ meşgul mü ?’
‘Ah, evet. Kral onu elçi yaptı.’
‘Öyle mi? Tebrikler! Demek yabancı ülkelere gidecek!’
‘Evet. Onu Osmanlı İmparatorluğuna elçi olarak atadı. Bir ay içinde İstanbul’da olması gerekiyor.’
‘İstanbul mu? Yabancı ülkeleri görmeyi ne kadar da isterdim! Ne şanslıymış! Peki o gidince sen ve oğlun küçük Edward ne yapacaksınız?’
‘Biz de gidiyoruz. Hep beraber İstanbul’a gideceğiz. Önce Fransa’ya geçeceğiz, oradan kara yoluyla önce Viyana’ya oradan da İstanbul’a gideceğiz.’
‘Ciddi mi söylüyorsun, Mary? Kadın başına sen oralara mı gideceksin?’
‘Kadın başına derken? Kocamla beraberim. Londra’daki saray nasılsa İstanbul’daki de aynıdır. Hem bıktım buradaki kıskanç, felaketimle dalga geçen insanlardan. Belki orada daha iyi insanlarla tanışırım.’
‘İyi yolculuklar arkadaşım. Kendine dikkat et. Bana yazmayı unutma!’
1718, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu
Leydi Mary, kocası ve oğlu iki yıldır İstanbul’da yaşıyorlar. Leydi Mary çoktan Türkçeyi iyi derecede öğrenmiş ve sarayın hanımlarıyla arkadaş olmuştur. Kağıthanedeki köşklerden birinde bir fasıla davet edilmiştir. Atlı araba onu köşke bıraktığında kapıda onu köşkün hanımı Gülbahar Hatun karşılar.
‘Hoş geldiniz, leydim. Nasılsınız?’
‘Sağ olun çok iyiyim. Köşkünüzün bahçesi çok güzel, harikulade çiçekler var. Hatta şu sarı çiçek ne acaba, İstanbul’da hep görüp duruyorum.’
‘Bu çiçeğin adı lâledir, hanımım. Bu sıralarda moda oldu, bütün bahçelere lâle ekip duruyorlar. Hollandalı frenklerin de en sevdiği çiçek bu.’
‘Çok güzel. Eh, artık barış zamanı, İstanbul’da sürekli fasıl üzerine fasıl yapıp duruyorsunuz.’
‘Ah hanımım, Avusturya ile giriştiğimiz savaş bizleri mahvetmişti. Bu Pasarofça barışı ile hiç olmazsa biraz nefes alacağız. Bu arada sizin Türkçenize hayran oldum. İki yıl içinde nasıl bu derecede öğrenebildiniz?’
‘Teşekkürler. Ülkenizi de, dilinizi de çok sevdim, o yüzden bu kadar hızlı öğrenebildim. Bir şey sorabilir miyim Gülbahar Hatun?’
‘Tabii sorun, hanımım.’
‘Dikkat ediyorum da buradaki kadınların cildi hep pürüzsüz. Siz de şey yok mu, nasıl diyorsunuz smallpox?’
‘Çiçek mi?’
‘Evet, çiçek hastalığı! Türkçede bu hastalığa neden bahçedeki çiçekler gibi çiçek denmiş onu da merak ediyorum, ama neyse benim asıl sormak istediğim şu. Neden buradaki kadınların hiçbirinin yüzünde çiçek bozuğu yok?’
‘Hanımım, bizde aşılama denilen bir teknik var. Bu teknik ile çiçeğin yüzümüze sıçramasını önlüyoruz.’
‘Aşılama mı? O da ne?’
‘Anlatması zor, en iyisi göstereyim. Bakın hatta bugün aşılama yapılacak, seyredip görebilirsiniz.’
‘Gerçekten mi? Çok merak ettim, lütfen gösterin.’
Gülbahar Hatun, Leydi Mary’yi köşkün içindeki büyük bir salona götürür. Salonun ortasındaki bir taburede genç bir kız oturmaktadır. Yanında yaşlı bir kadın durmaktadır. Yaşlı kadın bir elinde ufak bir şişe, bir elinde de bıçak tutmaktadır. Genç kız endişeli gözlerle yaşlı kadına ve bıçağına bakmaktadır. Leydi Mary genç kıza yaklaşıp sorar:
‘Senin adın ne, küçük hanım?’
Genç kız anlamaz gözlerle Leydi Mary’ye bakar. Ancak kızın söylediklerini de Leydi Mary anlamaz:
‘Sş’arep.’ (bilmiyorum)
‘Ne? Ne dedin? Gülbahar, bu kız Türkçe bilmiyor mu?’
‘Hayır, leydim. Bu kız Çerkes, adı Nedâhe. Daha yeni ailesiyle birlikte İstanbul’a geldiler. Köşkte bana yardımcı olacak, o yüzden aşılamasını yaptırayım dedim.’
Kızın yanında ayakta duran ihtiyar kadın sinsi sinsi sırıtarak bakıyordu. Genç kıza dönüp yüksek sesle emretti:
‘Ee, vakit geldi artık. Aç kolunu bakayım.’
Kız entarisinin sol kolunu sıyırdı. İhtiyar kadın, bıçağını salondaki ocağın alevi içinde ısıttıktan sonra kızın sol koluna üç ufak kesi açtı. Şaşkın kız kesilerin acısıyla bağırıp ağlamaya başladı. Umursamayan ihtiyar kadın mani okuyarak diğer elindeki şişeden her bir kesiye üçer damla damlattı. Bütün bunları hayretle izleyen Leydi Mary, Gülbahar hatun’a sordu:
‘Ne oluyor? O şişedeki sıvı da nedir? Bu bir büyü mü?’
Gülbahar Hatun gülerek cevapladı:
‘Ne büyüsü hanımım! Şişede çiçekli hastanın döküntüsünden alınmış iltihap sıvısı var. Kesinin üzerine damlatınca çiçek bu kolda çıkacak ama vücudun diğer bölgelerine dağılmayacak.’
‘Aman Allahım! Siz Türkler ne kadar zalimsiniz ki zavallı bir kıza bile bile çiçek veriyorsunuz!’
‘Ne zalimliği leydim! Aksine bu aşı çiçeği kolda tutacak diyorum. Siz İngiliz frenkleri bu yöntemi hiç bilmiyor musunuz?’
Leydi Mary ağzı açık, şaşkınlıkla bakıyordu.
‘Gülbahar, bu gerçekten işe yarayacak mı? Emin misin?’
‘Tabii ki işe yarayacak. Ben de aynısından oldum, kardeşlerim de oldu. Bak kolumda izi de var!’
Gülbahar mintanının kolunu sıyırıp sol kolundaki çiçek aşısı izini gösterdi. Leydi Mary yıldırımla vurulmuş gibi bakıyordu. Böyle bir yöntemle çiçek gerçekten önlenebiliyor muydu? Çiçekten kaybettiği kardeşi James’i, suratındaki çiçek bozuğu izlerini aklından geçirdi. Oysa ne kadar basit bir yöntemle önlenebileceğini düşününce çıldıracak gibi oldu.
O akşam Leydi Mary eve döndüğünde dalgındı ve hâlâ o gün tanık olduğu olayın etkisi altındaydı. Akşam yemeği için masaya oturan kocasını fark etmedi bile. Kocası sordu:
‘Mary, ne var? Yemek yemiyorsun bile? Neyi düşünüyorsun?’
‘Edward, bugün tanık olduğum olaya inanamazsın bile. Türkler çiçek hastalığının çözümünü bulmuşlar, bizden fersah fersah ilerideler bu alanda.
‘Nasıl yani? Hekimleri ilacını mı bulmuş?’
‘Hayır, aşılama dedikleri bir teknik var. Alıp çiçek hastalarının derisindeki kabarcıklarda biriken iltihaplı sıvıyı topluyorlar, sonra da gençlerin kolunda açtıkları kesiye o iltihaplı sıvıdan damlatıyorlar.’
‘Ne? Ama o zaman o genç çiçekten ölmüyor mu?’
‘İşte asıl önemli nokta bu. Kola damlatılan çiçek sıvısını bünye sırf kolda tutuyor, vücudun geri kalanına salmıyor. Kişi ne çiçekten ölüyor ne de yüzünde çiçek bozuğu oluyor. Sadece sıvının damlatıldığı yerde bir yara izi oluyor, o kadar.’
‘Ama bu bir çeşit büyü!’
‘Büyü falan değil, Edward! Aklıma bir şey geldi, beni dikkatlice dinle!’
‘Ne geldi?’
‘Biz muhakkak aynı yöntemi oğlumuz küçük Edward’a da uygulamalıyız. Hem de hemen, bu hafta yaptıralım.’
‘Deli misin? Birisi İngiltere’de bunu duyarsa bizi topa tutarlar.’
‘Edward, çiçek hastalığı beni yeterince üzdü. Artık üzülmek istemiyorum. Oğlumuzu bari koruyalım. Küçük Edward’ın çiçekten ölmesini istemiyorum.’
Elçi Edward en sonunda Leydi Mary’nin dediğini kabul etti. O hafta içinde oğullarını aşılattılar. Leydi Mary bu tekniği mektuplarında yazıp İngilterede’ki arkadaşlarına da anlatmak istiyordu ancak ‘aşılama’ sözcüğünü nasıl İngilizceye çevireceğini bilemiyordu. Bahçıvanların kullandığı ‘engrafting’ sözcüğü ile tarif etti, ancak sonradan İngiliz hekimler Latince çiçek hastalığı anlamına gelen ’variola’dan türemiş ‘variolation’ sözcüğünü tercih ettiler.
1721, Londra, İngiltere
Leydi Mary çoktan İngiltere’ye dönmüştür. Leydi Mary, Prenses Caroline’in evine davet edilmiştir. Leydi Mary reverans yaparak prensesi selamlar:
‘Nasılsınız ekselansları? Sağlığınız nasıl?’
‘İyiyim Mary. Neyse resmiyeti bırak, bana İstanbul’da öğrendiğin şu yöntemi anlat.’
‘Tabii hanım efendim. İstanbul’da birçok bayanla arkadaş oldum. Onlardan çiçek hastalığının aşılama ile nasıl önlenebileceğini öğrendim.’
‘Peki ama dillerini biliyor muydun ki? Nasıl anlaştın?’
‘İstanbul’da kaldığımız iki yıl süresince her gün çalışıp Türkçeyi öğrenmeye çalıştım. Zor bir dil ama en sonunda becerdim.’
‘Ach so! Ben daha hâlâ sizin İngilizceye alışamadım ve koyu Alman aksanı ile konuşuyorum. Aferin sana!’
‘Teşekkürler hanım efendim.’
Prenses Caroline odanın bir köşesinde oynayan iki kızını işaret ederek konuşmaya devam etti:
‘Leydi Mary, kızlarımın sağlığından endişeliyim. Londra’nın mahallelerinde yine Pocken salgını başlamış, siz nasıl diyorsunuz?’
‘Smallpox yani çiçek hastalığı’
‘Evet, çiçek salgını. Ne olur bir şey yap, çocuklarımın çiçek geçirmesini önle.’
‘Memnuniyetle ekselansları. Ben herkesin bu yöntemi yapması gerektiğini sürekli söyleyip duruyorum ama dinleyen var mı ki? Herkes beni büyücü zannediyor!’
‘Büyü olmadığını biliyorum. Anlattıkların son derece mantıklı. Benim koca, Prens George inanmadı ama bir deney yapmama müsaade etti.’
‘Deney mi?’
‘Evet. Hapishaneden çiçek geçirmemiş yedi idam mahkumuna aşılanmayı kabul ederlerse idam cezalarının kaldırılacağını ve serbest bırakılacaklarını söyledim. Bu adamları aşılatıp çiçek salgını olan Londra’ya salmayı düşünüyorum. Eğer çiçek geçirmeyip sağ kalırlarsa tarif ettiğin yöntemi çocuklarıma da uygulatacağım.
Leydi Mary donup kalmıştı. İdam mahkumlarına yapılan teklif kanını dondurmuştu. Ancak öbür taraftan yöntemin işe yaradığını göstermezse İngiltere’de kimsenin ona inanmayacağını, herkesin çiçekten ölmeye devam edeceğini biliyordu. O yüzden Prensesin teklifini kabul etti. Prenses Caroline, kendi hekimi Fransız doktor Amyand’ı Leydi Mary’ye yardımcı olması için görevlendirdi.
1722
İdam cezaları kaldırılan ve çiçek aşısı olan yedi mahkumun yedisi de sağ kalmıştı. Londra’nın mahallerini kasıp kavuran çiçek hastalığı, onlara dokunamamıştı. Etraflarındaki insanlar ya ağır çiçek atlatıyor ya da hastalığa yenik düşüp ölüyorlardı, ancak bu mahkumlar kazandıkları bağışıklık ile sağ kalabilmişlerdi. Prenses Caroline sonuçları kocası Prens George’a gösterdi ve artık çocuklarının aşılanması için izin vermesini talep etti. İzin verilince aşılanan iki küçük prenses, çiçeğe yakalanmadan salgını atlattılar.
Kraliyet ailesinin bireylerinin aşılandığı haberleri gerek İngiliz halkı gerekse Avrupa’nın diğer soylu aileleri tarafından kısa zamanda duyuldu. Herkes variolation tarzı aşıyı yaptırmaya başladı. 18. Yüzyılın yarısına gelindiğinde çiçeğe karşı aşılanma Batı’da kabul görmüş bir yöntem haline gelmişti. Eskiden genç nüfusun yüzde 10-15’ini öldüren hastalık, artık büyük ölçüde kontrol altına alınmıştı. Leydi Mary’nin İstanbul’da gördüklerini Batı’ya aktarması Batı’da bir çığır açmıştı.
Çiçek hastalığı geçiren bir çocuk.
Leydi Mary Wortley Montagu’nun İstanbul’da günlerinden Türk kadını kıyafeti giydiği bir resmi
Leydi Mary oğlu Edward’ı ‘aşılatmaya’ götürüyor.
Lichfield katedralinde Leydi Mary’nin halkın sağlığına katkılarını öven plaka.