Karakter boyutu :
Guser Fahrettin Abatay'ın Ardından
26 Kasım 2014 Çarşamba Saat 11:11
21 Kasım 2014 günü değerli bir büyüğümüzü, derlemeci ve mevlithan abimiz Guser Fahrettin Abatay’ı (1930 – 2014) kaybetmiş bulunuyoruz. Fahrettin abi, 22 Kasım günü görülmemiş ölçüde kalabalık bir cemaatin katılımıyla Bandırma’da toprağa verildi.
Fahrettin Abi kimsenin kalbini kırmayan, işyerine gelen herkesi ağırlayan, herkesin dert ve sorunu ile ilgilenen biriydi. Adeta bir iyilik meleği gibiydi. 1906 yılında yayınlanan “Adıgece Mevlid”i yeniden okuyan, sevdiren ve dağıtan oydu.
Kendisinden değişik anı, söyleşi ve derlemelerini yazıya geçirerek Circassian.Center, Cherkessia.net ve Adigehaber sitelerinde yayınladım. O, bildiğim ve canlı tanığı olarak 1864 yılında Kafkasya’dan/ Adıge ülkesinden gelmiş olan kişilere ilişkin anılarını aktaran bir kişiydi. Hafızası son derece güçlüydü. Bu sayede çocukluk günlerinde anlatılanları günümüze taşıyabilmiş olmalıydı. Fahrettin abiden derlediğim ve yazdığım herşey, yukarıda söylediğim sitelerde, bazıları da sanırım Jıneps gazetesi sayfalarındadır. Bütün bunlar ilgilenenler için son derece önemli folklorik ve etnografik ürünlerdir.
Fahrettin abi, İstanbul’un ünlü mevlithanlarındandı. Kur’anı ve mevlidi usulüne göre okur, genç imam ve hafızlara hocalık yapardı. Birkaç kez hastalanmış ve atlatmıştı.
Babası onu daha bir küçük çocuk iken bir esnafın yanına çırak vermiş, anlatırdı. Çıraklık günlerini ve ustasını anlatmıştı. Daha sonra kuyumculuk ve gümüş işiyle uğraşmış, en son hac malzemeleri satışı yapmıştı. Bu yıla değin dükkânında sektirmeden çalışmış, bir yandan da Adıgece mevlidi Şapsığ kıraatına, özgün okunuşuna göre okumaya çalışır, ilâhiler derlerdi. Bu konuda mütevazi katkılarım olmuştur.
Guser Fahrettin abinin annesi Abzah olduğu için şivesi de Abzah idi. Mevlid ise Düzce ve Adapazarı taraflarında konuşulan Şapsığ şivesiyle yazılmıştı. Bu şive Kafkasya'da Afıpsıpe ve Kalej köylerinde de aynen konuşulur. Mevlidi aslına uygun olarak okumak için Şapsığ şivesi (aksanı) üzerinde çalışıyordu. Son zamanlarda hayli de ilerlemişti.
Sözü fazla uzatmadan abimize ait iki anıyı, "25 Kasım Kadına Yönelik Şiddeti Kınama Günü"ne de denk geldiği için, Adigehaber sitesinden aktararak yeniden yayınlıyorum. Abimizin mekânı Cennet olsun!
Köyüm ve ailem:
Doğduğum yer Balıkesir ili Susurluk ilçesi Demirkapı köyü. Demirkapı, bir zamanlar 2000 üzeri nüfuslu büyük bir köydü. Şimdilerde nüfusu 500 dolayında. Köyümüz nüfusu 1878 yılı Berlin Antlaşması gereği Balkanlardan sürülen Şapsığlar ile 1880’lerde Kafkasya’dan göç ederek gelen Abzahlardan oluşuyor.
Küçük bir Bulgar göçmeni nüfus da var. Şapsığ ve Abzah nüfusu eşit. Her iki lehçe de kendi mahalle kesimlerinde konuşulur.
Abzah ile Şapsığ arasında bazı geleneksel davranış farklılıkları vardır. Şapsığlar, genellikle daha saf, eski düzenlerine daha bağlı kalmış, hile hurda bilmeyen, işi ve gücüyle uğraşan insanlar idiler. Abzahlar ise, daha sosyal, daha uyanık, daha ketum, ama dışa daha açık olan kişiler idiler.
Babam Şapsığ, annem Abzah idi, eşim de Abzah’tır. Bu bakımdan her iki kesimi de yakından tanıma olanağım oldu. Hayli anım var. Bunlar arasında Şapsığ ve Abzah kadınlara ilişkin anılarım da var. Biri annem ve daha bebekken feci bir biçimde ölen küçük kızkardeşim, diğeri de bir Şapsığ kadını ile ilgili.
Daha sonra asker de kıtlık içine düşmüştü. Asker kapıya gelir, “Abla, bir dilim ekmek” der, biz de verirdik. O gibi günleri de yaşadık.
Şapsığ kızı birkaç yıl sonra kucağında bir oğlan çocuğuyla köye, annesinin evine geri döndü, babası ölmüştü. Şapsığlar arasında boşanma denen şey duyulmadık şeydi, çok ayıp karşılanırdı. Bir kadının baba evine geri gönderilmesi ya da geri dönmesi hayra yorulmaz ve onur kırıcı bir olay yerine geçerdi.
Kendi geleneksel çevresi dışını bilmeyen saf Şapsığ kadını ve kızı, erkeğin bir Çerkes değil, başka bir kültürün erkeği olduğunu, Çerkes gencindeki centilmenlik, incelik ve saygının yabancı bir erkekten aynen beklenemeyeceğini, onların farklı olduklarını ve kadına el kaldırabildiklerini, kadına dayak atmanın onlar için sıradan bir şey, bir koca 'hakkı' olduğunu bilecek durumda değildi.
Saf kadın, görünüşe aldanıp yabancı erkeği, Çerkes erkeği ile karıştırmış ve yanılmış olmalıydı…
Şapsığ kızı, Kürt müydü, değil miydi, o kadarını bilmiyorum ama Doğulu olduğu söylenen birine varmıştı. Doğulular arasında kadına dayak atma alışkanlığı yaygınmış. Genç kadın da dayak yemeye başlamış, sonunda dayanamaz
olmuş, bu yüzden geri dönmüş. Bunu annemden duymuştum.
Kadın ve kızı, yakın komşumuzdu. Onuru kırılan anne, kimseye duyurmadan evini ve 15- 20 dönümlük tarlasını el altından sattırıp kızı ile torununu da alıp gizlice köyden gitmişti. Annem ve bir iki yakını dışında kimseyle vedalaşmadı, kimseye de gideceği yeri söylemedi.
Kendisinden yıllarca hiç haber alamadık. Sonunda çevre Çerkes köylerinden birileri kadını Manisa’da bir köşede ördüğü çorapları satarken görmüşler. Daha sonra öldüğünü duyduk. Kızı da ölmüş. Ancak torunu okutmayı başarmışlar. Çocuk şimdi Ankara’da, Danıştay’da önemli bir görevde, kendisiyle tanıdıklar aracılığıyla selamlaşıyor ve haberleşiyoruz.
Demek istediğim, Adıge/ Çerkes kadınları böylesine onurlarına düşkün insanlardı. Yani farklı idiler.
Annem ve Kızkardeşim
O gün Ramazan ayı günüydü, mevsim yazdı. Köy imamını ve köyün ileri gelenlerini ağırlama sırası bizdeydi. Ben aslında 1933 doğumluyum (*). Buna göre düşündüğümüzde bu olay 75 yıl önce olmuş, yaşanmış olmalı. Annem akşama gelecek konuklar için mutfakta yemek hazırlıyordu.
İftar vakti de yaklaşıyordu. Kız kardeşim yürüyemiyordu, henüz emekleme dönemindeydi. Annem bir tavada yağ kızartmış ocağın (cegupaşha) kenarına almış, başka bir işe dalmıştı. Kızkardeşim emekleye emekleye ocağın yanına geldi ve elini kızgın tavanın içine soktu, ardından feryadı bastı.
Annem koşup bebeği aldı ve bir kenara bıraktı. Ardından akraba bir kızı çağırıp çocuğu ona teslim etti. Kendisi hiç birşey olmamış gibi mutfakta çalışmaya devam etti. Namaz sonrası iftar için gelen konukları karşıladı, onları sofraya buyur etti. Yemekten sonra da çay ikram etti.
Konuklar bir süre söyleştikten sonra Yatsı ve Teravih namazı için evden ayrıldılar. Zavallı annem konukları yolcu etti, hiçbir şeyi belli etmedi. Konuklar gittikten sonra bebeği ile ilgilenebildi.
O zamanlar doktor denen şeyin adını duyar kendisini göremezdik. Çocuğa köy usulü pansumanlar yapıldı, kadınlar dualar ettiler ve üfürdüler. Kâr etmedi.
Çocuk kıvranarak iki gün daha yaşadı.
Fahrettin Abi kimsenin kalbini kırmayan, işyerine gelen herkesi ağırlayan, herkesin dert ve sorunu ile ilgilenen biriydi. Adeta bir iyilik meleği gibiydi. 1906 yılında yayınlanan “Adıgece Mevlid”i yeniden okuyan, sevdiren ve dağıtan oydu.
Kendisinden değişik anı, söyleşi ve derlemelerini yazıya geçirerek Circassian.Center, Cherkessia.net ve Adigehaber sitelerinde yayınladım. O, bildiğim ve canlı tanığı olarak 1864 yılında Kafkasya’dan/ Adıge ülkesinden gelmiş olan kişilere ilişkin anılarını aktaran bir kişiydi. Hafızası son derece güçlüydü. Bu sayede çocukluk günlerinde anlatılanları günümüze taşıyabilmiş olmalıydı. Fahrettin abiden derlediğim ve yazdığım herşey, yukarıda söylediğim sitelerde, bazıları da sanırım Jıneps gazetesi sayfalarındadır. Bütün bunlar ilgilenenler için son derece önemli folklorik ve etnografik ürünlerdir.
Fahrettin abi, İstanbul’un ünlü mevlithanlarındandı. Kur’anı ve mevlidi usulüne göre okur, genç imam ve hafızlara hocalık yapardı. Birkaç kez hastalanmış ve atlatmıştı.
Babası onu daha bir küçük çocuk iken bir esnafın yanına çırak vermiş, anlatırdı. Çıraklık günlerini ve ustasını anlatmıştı. Daha sonra kuyumculuk ve gümüş işiyle uğraşmış, en son hac malzemeleri satışı yapmıştı. Bu yıla değin dükkânında sektirmeden çalışmış, bir yandan da Adıgece mevlidi Şapsığ kıraatına, özgün okunuşuna göre okumaya çalışır, ilâhiler derlerdi. Bu konuda mütevazi katkılarım olmuştur.
Guser Fahrettin abinin annesi Abzah olduğu için şivesi de Abzah idi. Mevlid ise Düzce ve Adapazarı taraflarında konuşulan Şapsığ şivesiyle yazılmıştı. Bu şive Kafkasya'da Afıpsıpe ve Kalej köylerinde de aynen konuşulur. Mevlidi aslına uygun olarak okumak için Şapsığ şivesi (aksanı) üzerinde çalışıyordu. Son zamanlarda hayli de ilerlemişti.
Sözü fazla uzatmadan abimize ait iki anıyı, "25 Kasım Kadına Yönelik Şiddeti Kınama Günü"ne de denk geldiği için, Adigehaber sitesinden aktararak yeniden yayınlıyorum. Abimizin mekânı Cennet olsun!
Köyüm ve ailem:
Doğduğum yer Balıkesir ili Susurluk ilçesi Demirkapı köyü. Demirkapı, bir zamanlar 2000 üzeri nüfuslu büyük bir köydü. Şimdilerde nüfusu 500 dolayında. Köyümüz nüfusu 1878 yılı Berlin Antlaşması gereği Balkanlardan sürülen Şapsığlar ile 1880’lerde Kafkasya’dan göç ederek gelen Abzahlardan oluşuyor.
Küçük bir Bulgar göçmeni nüfus da var. Şapsığ ve Abzah nüfusu eşit. Her iki lehçe de kendi mahalle kesimlerinde konuşulur.
Abzah ile Şapsığ arasında bazı geleneksel davranış farklılıkları vardır. Şapsığlar, genellikle daha saf, eski düzenlerine daha bağlı kalmış, hile hurda bilmeyen, işi ve gücüyle uğraşan insanlar idiler. Abzahlar ise, daha sosyal, daha uyanık, daha ketum, ama dışa daha açık olan kişiler idiler.
Babam Şapsığ, annem Abzah idi, eşim de Abzah’tır. Bu bakımdan her iki kesimi de yakından tanıma olanağım oldu. Hayli anım var. Bunlar arasında Şapsığ ve Abzah kadınlara ilişkin anılarım da var. Biri annem ve daha bebekken feci bir biçimde ölen küçük kızkardeşim, diğeri de bir Şapsığ kadını ile ilgili.
Şimdi ikincisini anlatayım:
Bir ara köyümüze - İkinci Dünya Savaşı yıllarında- bir askeri birlik yerleştirilmişti. Kıtlık vardı. Kadınlar askerlerin çamaşırlarını yıkar, çorap örer ve benzeri hizmetler yapar, karşılığında tayın ekmeği alırlardı.Daha sonra asker de kıtlık içine düşmüştü. Asker kapıya gelir, “Abla, bir dilim ekmek” der, biz de verirdik. O gibi günleri de yaşadık.
Şapsığ Kızı
Köyümüzden birkaç Abzah kızı ile bir Şapsığ kızının Çerkes olmayan askerlerle evlenip gittiklerini biliyorum. Örneğin, Şapsığ kızı çok güzeldi, ere değil, bir yedek subaya varmıştı. Kızları tanıyorum, adlarını söylemem uygun olmaz. Köydeki yaşlı kesim bunları biliyor.Şapsığ kızı birkaç yıl sonra kucağında bir oğlan çocuğuyla köye, annesinin evine geri döndü, babası ölmüştü. Şapsığlar arasında boşanma denen şey duyulmadık şeydi, çok ayıp karşılanırdı. Bir kadının baba evine geri gönderilmesi ya da geri dönmesi hayra yorulmaz ve onur kırıcı bir olay yerine geçerdi.
Kendi geleneksel çevresi dışını bilmeyen saf Şapsığ kadını ve kızı, erkeğin bir Çerkes değil, başka bir kültürün erkeği olduğunu, Çerkes gencindeki centilmenlik, incelik ve saygının yabancı bir erkekten aynen beklenemeyeceğini, onların farklı olduklarını ve kadına el kaldırabildiklerini, kadına dayak atmanın onlar için sıradan bir şey, bir koca 'hakkı' olduğunu bilecek durumda değildi.
Saf kadın, görünüşe aldanıp yabancı erkeği, Çerkes erkeği ile karıştırmış ve yanılmış olmalıydı…
Şapsığ kızı, Kürt müydü, değil miydi, o kadarını bilmiyorum ama Doğulu olduğu söylenen birine varmıştı. Doğulular arasında kadına dayak atma alışkanlığı yaygınmış. Genç kadın da dayak yemeye başlamış, sonunda dayanamaz
olmuş, bu yüzden geri dönmüş. Bunu annemden duymuştum.
Kadın ve kızı, yakın komşumuzdu. Onuru kırılan anne, kimseye duyurmadan evini ve 15- 20 dönümlük tarlasını el altından sattırıp kızı ile torununu da alıp gizlice köyden gitmişti. Annem ve bir iki yakını dışında kimseyle vedalaşmadı, kimseye de gideceği yeri söylemedi.
Kendisinden yıllarca hiç haber alamadık. Sonunda çevre Çerkes köylerinden birileri kadını Manisa’da bir köşede ördüğü çorapları satarken görmüşler. Daha sonra öldüğünü duyduk. Kızı da ölmüş. Ancak torunu okutmayı başarmışlar. Çocuk şimdi Ankara’da, Danıştay’da önemli bir görevde, kendisiyle tanıdıklar aracılığıyla selamlaşıyor ve haberleşiyoruz.
Demek istediğim, Adıge/ Çerkes kadınları böylesine onurlarına düşkün insanlardı. Yani farklı idiler.
Annem ve Kızkardeşim
O gün Ramazan ayı günüydü, mevsim yazdı. Köy imamını ve köyün ileri gelenlerini ağırlama sırası bizdeydi. Ben aslında 1933 doğumluyum (*). Buna göre düşündüğümüzde bu olay 75 yıl önce olmuş, yaşanmış olmalı. Annem akşama gelecek konuklar için mutfakta yemek hazırlıyordu.
İftar vakti de yaklaşıyordu. Kız kardeşim yürüyemiyordu, henüz emekleme dönemindeydi. Annem bir tavada yağ kızartmış ocağın (cegupaşha) kenarına almış, başka bir işe dalmıştı. Kızkardeşim emekleye emekleye ocağın yanına geldi ve elini kızgın tavanın içine soktu, ardından feryadı bastı.
Annem koşup bebeği aldı ve bir kenara bıraktı. Ardından akraba bir kızı çağırıp çocuğu ona teslim etti. Kendisi hiç birşey olmamış gibi mutfakta çalışmaya devam etti. Namaz sonrası iftar için gelen konukları karşıladı, onları sofraya buyur etti. Yemekten sonra da çay ikram etti.
Konuklar bir süre söyleştikten sonra Yatsı ve Teravih namazı için evden ayrıldılar. Zavallı annem konukları yolcu etti, hiçbir şeyi belli etmedi. Konuklar gittikten sonra bebeği ile ilgilenebildi.
O zamanlar doktor denen şeyin adını duyar kendisini göremezdik. Çocuğa köy usulü pansumanlar yapıldı, kadınlar dualar ettiler ve üfürdüler. Kâr etmedi.
Çocuk kıvranarak iki gün daha yaşadı.
(*) – Fahrettin abi, daha sonra nüfusa küçük, 1933 doğumlu olarak yazıldığını, aslında 1930 doğumlu olduğunu
bana söylemişti. Şu durumda 84 yaşında vefat ettiği anlaşılıyor. - hcy
Bu yazı toplam 4103 defa okundu.
Bu yazıya yorum eklenmemiştir.