Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Güzelliğinin Kurbanı Oldu
04 Mayıs 2015 Pazartesi Saat 11:43

 

Komşu ihtiyar  70 yaşına basmıştı. Doğum günü kutlamasına gelmiş olanlar artık evden ayrılıyorlardı. Bahçeden çıkacağım sırada arkamdan bir kadının bana seslendiğini duydum.

- Doğum gününe geldiğin bu kişinin  sadece bir komşun değil, bir akraban da olduğunu biliyor musun? – diye sordu bana kadın. Geriye dönüp baktığımda kadının adamın ablası Aşerĥan olduğunu çıkarmıştım. Onun Şapsığ halkının başına geleni iyi bildiğini, yaşlıların Şapsığlara ilişkin eski anlatılarını aklında tutmayı başardığını, belleğinin çok güçlü olduğunu sık sık duyardım.

Kendisinin ve kardeşinin bizimle olan yakınlığını, ne derece akraba olduğumuzu öğrenmek istemiştim. Aşerĥan çekinmeden her şeyi bana anlattı…Uzun yıllar önce Rus-Kafkas Savaşı sırasında, Psışo Irmağı sol yamacında bulunan küçük Şapsığ köyü Hacıkotame’ye bazı Rus birlikleri   uğramıştı. Yol doğruca Karadeniz kıyısına uzanıyordu, deniz köyden 15 km uzaklıktaydı. Daha önceleri de Rus askerleri Hacıkotame’de yağma yapmış, ortalığı yakıp yıkmışlardı. Dağlılara sürekli yıldırma saldırıları yapmış, çok sayıda kişiyi öldürmüşlerdi. Köye girip ortalığı ateşe vermiş, önlerine çıkan herkesi, yaşlı, genç, kadın ve çocuk demeden öldürmüşlerdi. Şimdi de önlerine çıkacak başka köyleri ateşe vermek üzere yola koyulmuşlardı.



Daha sonra haydut sürüsünden  yarı yanık yarı yıkık halde kurtulan ev yıkıntıları yeniden bu insanlara mesken olmuştu. Ormana kaçıp canını kurtarmayı başarmış olanların bazıları dönüp buralara yerleşmişlerdi. Sayıları 50  kadardı.

Evlerin ve insanların darmadığın edildiğini gören komutan ile yardımcısı aralarında konuşuyorlardı:

- Nüfusu çok olmayan bu Dağlı halkının bu dünyadan ayrılma  zamanı gelmiş olmalı. Yüce Çarımız (Zivshan) bundan memnun kalacak, kısa sürede isteği gerçekleşmiş olacak.

- Doğru dersin yüzbaşım, - diye komutanın başlattığı konuşma bir çocuk sesiyle bölündü. Askerlerin sürerek getirmekte oldukları genç ve güzel bir kadını gördü. Ağlayan ise kadını izlemekte olan 5 – 6 yaşlarındaki bir kız çocuğu idi, ince küçük ellerini annesine uzatmak istiyordu.

- Bu kadın kaçmaya, saklanmaya kalkıştı, - dedi komutana askerlerden biri kadını parmağıyla göstererek. Komutansa kadına yaklaşıp iyice gözden geçirdi. “İyi giyindirirsen, gerçekten çok güzelmiş”, - dedi kendi kendine ve emir verdi:

- Kadını birlikte götüreceğiz!

Atın terkisine atmak üzere kadının ellerini ve  ayaklarını bağladılar. O ana değin ağzını açmamış olan kadınının Rus askerlerine nefretle baktığı, gözlerinden alev fışkırırcasına bağırdığı ve  içindekini kustuğu görüldü. Haykırıyordu ama ne dediği anlaşılmıyordu.

Kuban Irmağı boyundan   olan çevirmen (-Bjeduğ olmalı- hcy) kendini tutamadı ve komutana yaklaşıp ricada bulundu:

- Kız çocuğunu kendisinden ayırmamamız için yalvarıyor. Çocuğu da birlikte götürsek…

- Olmaz öyle şey! Gerekmez! – gözleri kanlanmış biçimde hiddetle bağırdı subay.

Ağzını tıkayarak kadını atın terkisine attılar.

- Kozodoyev! Dikkat et, sakın düşmesin, - diye bağırdı komutan at sırtındaki iri cüsseli askere.

Kız çocuğu durmaksızın bağırıyor, korku içinde ağlıyordu.

- Bu küçük kara kediyi çabuk susturun! – diye bağırdı  komutan kızmış halde. Ardından bir asker çocuğa bir dipçik darbesi indirdi. Bağırma sesi kesildi.

Kız çocuğun teyzesi Ĥanguaşe’nin tam yetişeceği bir sırada “Haydi gidelim!” diye komutan emir verdi ve birlik köyden ayrıldı…

Küçük Sas kendine geldiğinde annesi çoktan götürülmüştü. Ardından Sas uzun bir şok, bir travma dönemi geçirdi. Ĥanguaşe çocukla yakından ilgilendi, kısa sürede toparlanmasını sağladı. Ĥanguaşe’nin Sas ile yaşıt bir kızı vardı, adı Bıḱo idi. Her iki kızı da birlikte büyüttü.

Aşerĥan’ın anlattıklarını ilgiyle dinliyordum, sözlerine bir ara verip yüzüme baktı:

- Sas, doğum gününü kutladığımız ağabeyimle benim ninem, Bıḱo da senin ninen. Akrabalığımız, yakınlığımız buradan geliyor.

Duyduğum şeyler karşısında donup kalmıştım. Sas ile Bıḱo’nun geçmişlerini öğrenmek istiyordum, çok geçmeden Aşerĥan yeniden anlatmaya başladı:

- Aradan yıllar geçti, Sas ile Bıḱo birer genç kız oldular. Çok yoksul bir yaşamları vardı ama sağlıklı ve çalışkan idiler, örnek birer kız oldular.

Sas annesini andırıyordu: İnce uzun boylu ve alımlıydı. Siyah saçları dizlerinin altına değin dökülüyordu, iri kara gözleri vardı, kalın dudakları olgun bir kiraza benziyordu.

Her iki kız da aynı yıl iyi delikanlılarla evlendiler. Onlar Neğuş Irmağının Psışo’ya katıldığı yere yerleştiler. Evleri bitişik, verandaları Kafkas Dağlarına dönüktü. Dağları aşıp Karadeniz’e gidenler Sas ile Bıḱo’nun yanına uğramadan geçmezlerdi.

Kocaları çalışkan kişilerdi, birlikte hayvan otlatırlardı, meyve bahçeleri vardı, toprağı sürer mısır eker, arıcılık yaparlardı.

Bıḱo’nun kocası Neǵıye şifalı otları toplardı, babası Hapĺıĵ   hastaları iyileştirirdi. Birlikte çok kişiyi iyileştirmişlerdi. Neǵıye  de artık köylere çağrılan, yaralıları ve hastaları iyileştiren bir halk hekimi (aze) olmuştu.

İlk yıllar her iki aile aynı sofradan yiyordu. Çocukları olup tek bir sofraya sığmaz olduklarında ayrıldılar,  kendi mutfaklarını kurdular. Ancak, kız kardeşler, pişirdikleri yemekleri birbirlerine götürüyor, yakınlıklarını sürdürüyorlardı.

Fırtınalı bir sonbahar gecesi Sas köpek havlamasına uyandı. Kocası Haçeyıf kandili  yakıp bahçeye çıktı. Dışarıdan konuşmalar geliyordu, kocası iki adamla birlikte içeri girdi. Adamların uzun paltoları (ćeқo) sırıl sıklam olmuş üstlerinden sular akıyordu.

Sas çarçabuk ocağı yaktı, kocasının kuru elbiselerini getirip adamların giyinmelerini sağladı.

Çok geçmeden Neǵıye ile birlikte Bıḱo da yetişti. Kadınlar üç ayaklı sofraya kurutulmuş et ve kaçamaktan oluşan yemeği koyup adamları ağırladılar, ardından boza sundular. Adamlar bu candan karşılanma ve konukseverlik nedeniyle çok memnun kaldıklarını ve teşekkürlerini sunduklarını söylediler.

İki yolcudan birinin ses tonunun iyi  çıkmadığını fark etti Neǵıye:

- Değerli konuğumuz, üşütmüş olmalısın. Adamın alnına elini koydu, ardından konuşmasını sürdürdü. – Evet, ateşin çıkmış. Sırtını bana bir dönüver.

Neǵıye kulağını konuğun sırtına dayadı, derin bir nefes al dedi ve dinledi. Ardından giyinip kendisini izlemesini söyledi adama.

- Birkaç gün konuğum olman gerekiyor. Ciğerlerini üşütmüşsün, bu durumda yola çıkmamalısın, - dedi Neǵıye.

Adamı evine götürdü, keçi yağı ile şifalı otları karıştırıp bir merhem yaptı, adamın sırtına sürdü. Ardından yazın dağ eteklerinden toplamış olduğu şifalı ot köklerini kaynatarak bir sıcak içecek hazırladı, içine bal ve propolis (ţeţey) katarak adama içirdi. Yamçı ile sararken de konuğa şunu söyledi:

- Kısa sürede terleyecek, kısa sürede de iyileşeceksin.

Birkaç gün sonra Neǵıye hastayı yeniden dinledi, rahat bir nefes aldı. Hastalığı atlatmış, sağlığına kavuşmuştu.

Konuklar yola çıkacaklarında Sas ile Bıḱo halıẃeler/ içli börekler (хьалыжъо) pişirdiler, yanlarına da kurutulmuş et ve peynir koydular, konuklara yol azığı hazırladılar. Haçeyıf ile  Neǵıye’ye, kendi köylerinin saygın demirci ustası Yusıf’ın ürettiği bıçaklardan birer tane verdiler. Kuban Irmağı boyundaki Amĵıye köyünden gelen bu iki konuk, kendilerine yapılan bu yardımlardan son derece memnun kaldılar. Evden ayrılırlarken, Neǵıye’nin iyileştirdiği Halmıko’nun küçük kardeşi Nurbıy, dizistü çöküp Tanrıya yalvardı:

- Eşi benzeri olmayan Yüce Tanrım!  Anamdan doğmuş kardeşlerim imiş  gibi bize candan davranan bu ev sahiplerini ömrüm boyunca unutmayacağıma and içerim. Sensin onları bizim karşımıza çıkaran. Onların bizi ağırlaması gibi, bize de onları ağırlamayı nasip et.

Amĵıyeli bu iki kişinin Sas ile Haçeyıf’ın evinde kaldıkları günlerin üzerinden yıllar geçmişti. Birçok kez onları köylerine davet etmişlerdi ama gitmeye fırsat olmamıştı.  Çocukların sayısı artıyor, ev işleri de gittikçe katlanıyordu…Ancak Amĵıye’ye davetin ardı arkası kesilmiyordu. Bir akşam iki aile oturup Sas’ın 18 yaşına ayak basmış büyük oğlu  Ĥalid’in kadınları Amĵıye’ye götürmesine karar verdiler. Haçeyıf ile  Neǵıye’nin hayvanları yaylaya çıkarmaları gerekiyordu.

Bal, fındık, peynir, et gibi yiyecekleri yanlarına alıp yaylı arabayı koştular, gidecekleri ev için de birer entarilik hazırlayıp yola koyuldular…

Şapsığe’den gelmiş olan bu konukları sadece Halmıko ile Nurbıy karşılamadı, haber tüm köye yayılmıştı. Amĵıye’deki herkes öğleye doğru köy camisinin avlusunda toplandı, sofralar getirildi. Soydaşların bu buluşması bir sevinç kaynağı olmuştu, bir dua töreni yapıldı. Toplantıda, az sayıda da olsa, Adıge ulusunun yeniden çoğalmaya başlamış olmasının kendilerine moral verdiğini dile getirdiler. Şapsığların ne durumda olduklarını sordular. En çok soruyu soran da iyice kocamış olan Asĺanbeç idi.

- Bu denli soru sormuş olmamın nedeni içine düşmüş olduğunuz savaş cehennemini gözlerimle görmüş, yaşamış olmam, - dedi Asĺanbeç. Kendisi çevirmen olarak Rus ordusuna alınmıştı. – Şapsığlar savaşma yanlısı değildiler, savaşsız, yıkımsız bir çözüm için durmadan Çar’a başvuruyorlardı. Topraklarından kovulmamaları koşuluyla silâhlarını bırakmaya hazırdılar. Ama Rus Çar’ı bunları duymak bile istemedi. “Ben Dağlıların kendilerini değil, topraklarını istiyorum”, - diye kestirip atmıştı Çar. İşte bu nedenle Rus orduları insanları katlediyor, ekinleri ateşe veriyor, evleri yakıp yıkıyordu. Çaresiz bırakıp Şapsığları topraklarını terk etmeye zorlamak istiyorlardı.

Gördüğüm bir olayı ise, ölünceye değin unutamayacağım. Geceleri düşüme giriyor,  kâbuslar görüyorum. Yalvarıyorum, Ulu Tanrım, Şapsığlara çektirilen acının, bu korkunç felâketin bir benzerini, bundan sonra hiçbir yeryüzü toplumu  çekmesin.

İhtiyar konuşmasına  ara verdi, biraz dinlendikten ve soluklandıktan sonra, yeniden anlatmaya başladı:

- Bugün olmuş gibi anımsıyorum, hizmetinde olduğum Rus birliği, birgün yakıp yıkılan Hacıkotame köyüne girmişti. Giriş öncesinde yağmacı milisler bütün köy evlerini ateşe vermişlerdi. Köyde sağ kalmış nineler ve çocuklu kadınlar bulunuyordu. En çok da unutamadığım şey, bir genç kadının askerler tarafından sürüklenerek komutanın yayına getirilmesi olayı, kadının eşsiz güzelliği, eşsiz kişiliği idi!  Kadının arkasından küçük bir kız çocuğu geliyordu, çocuk korku içinde ağlıyordu. Komutanımız yiyecekmiş gibi kadına baktı. Ardından kadını bağlamalarını  buyurdu. Kadın var gücüyle kendini korumaya çalışıyordu, ellerini bağlamak üzere yaklaşan askerlere saldırıyor, ısırıyordu. Bunu ve küçük kızın haykırışını gören askerlerin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Komutanın emriyle kadının ağzı kapatıldı, çocuğu da dipçikle vurup yere yığdılar, çocuk can vermiş  olabilir.

Sas ile Bıḱo nefeslerini tutmuş yaşlı adamı dinliyorlardı.

- Köyden  ayrılmıştık, kadın da atın sırtına bağlanmış götürülüyordu, - diye devam etti Asĺanbeç. – Akşam üzeri durup dinlendik. Kadına yiyecek verdiler ama yemedi. Ertesi sabah da yemedi, öğle yemeğini de yemedi. “Sorun değil, acıkırsa yer”, - diyordu komutan.

Akşamleyin de yemeyince komutan çok kızdı. Zorla yedirmelerini askerlere emretti. İki iri asker koşarak kadının yanına vardı, yediremeyince bıçak ucuyla ağzını açmaya çalıştılar ancak kadının yiyecekten tiksindiğini anladılar. Kadına yakın bir yerdeydim, bu nedenle ne dediğini duydum, “Böylesine bana acı çektirenlerin vereceği  yiyeceği yemektense öleyim daha iyi” diyordu kadın.

Sabah olup yanına gittiklerinde kadının öldüğünü gördüler. “Yazık oldu, iyi bir parçaydı”, - dedi subay - genç kadını Türklere satıp büyük para kazanmayı bekliyordu. Böylesine çok sayıda çirkin işler yapmış olan biriydi komutan.

Komutanın yanına gidip bu talihsiz genç kadını gömmeme izin vermesini istedim ama kabul etmedi. Bana “Olmaz öyle şey dedi”, - kurşun gibi ağır bir ses tonuyla.

Oracıkta bu pis herifi öldürmek istedim  ama yapamadım. Bu  yüzden üzerimde büyük bir yük var, Allah bu azabı, bu yükü sırtıma yüklemiş anlaşılan, ölürsem  Cehennemi hak etmiş olmalıyım.

Sonu, ölüm vakti gelmiş biri gibi gözlerinin feri gitmişti Asĺanbeç’in, sabit bir noktaya bakıyordu. Kendine geldiğinde konuk kadınlardan birinin hüngür hüngür ağlamakta olduğunu gördü. Bir türlü yatıştırılamıyordu.

- Bu anlattığım şey ne diye bu kadını bu kadar etkilemiş? – diye sordu yaşlı adam. Asĺanbeç’in arkasında duran Ĥalid eğilip adamın kulağına fısıldadı: “Sözünü ettiğin o kadın bu kadının annesiydi”.

- Hey gidi eşi ve menendi olmayan Ulu Tanrı, - diyebildi Asĺanbeç var gücünü toplayarak. – Götür beni buradan, mecalim kalmadı.

Bu sözler, o yerde Asĺanbeç’in söylediği son sözleri oldu.

 

Yazan: Ćaćıĥu Medin

Adıǵe mak, 1 Nisan 2015

 

Çeviri: Hapi Cevdet Yıldız

                                                                                             ***
Cherkessia.net, 4 Mayıs 2015

 


Bu haber toplam 3586 defa okundu.


Hatko Tamer

Tabi bu bir çeviri,onun için başlık "Güzelliğinin Kurbanı Oldu" şeklinde olmuş.Ama asıl doğru başlık "Rus Vahşetinin Kurbanı Oldu" olmalıydı.

05 Mayıs 2015 Salı Saat 12:22
Sitemizin hiçbir vakıf, dernek vs. ile ilgisi yoktur. Sitede yayınlanan tüm materyallerin her hakkı saklıdır. Sitemizde yayınlanan yazı ve yorumların sorumluluğu tamamen yazarına aittir.
Siteden kaynak gösterilmeden yazı kopyalanamaz.
Copyright © Cherkessia.Net 2009 İletişim: info@cherkessia.net