Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
HERŞEY BİRLİĞİMİZ, ULUSLAŞMAMIZ VE GELECEĞİMİZ İÇİN!
01 Haziran 2010 Salı Saat 02:19

Hakkımızda sahip olunulacak en yanlış yargı, herhalde, söylenenleri; yazılan çizilenleri izlemediğimiz veya dikkate almadığımız olur.

Ama en çok “ezberleri bozalım”, “ortak akıl” veya “birbirimizi dinlemeliyiz” diyenlerin aslında bıkmadan usanmadan “kendi ezberlerini tekrar edip durdukları”, ortak akıl derken “benim aklımı ortak akıl yapın” demek istedikleri veya birbirimizi dinlemeliyizden “beni dinleyin”i anladıkları bir ülkede yaşıyoruz. Bizi eleştirenlerin de çoğu hala, 150 yıldır anlatılan ve hiçbir işe yaramayan “teorileri” tekrar edip duruyor, kendilerine toz kondurmuyor, “nerede hata yaptık acaba” diye düşünmüyorlar. Yanlışlarını düzeltir, söylemlerini değiştirirken bile “bunu farkettirmeden” yapmaya çalışıyor ve mutlaka “farklı olabilecek” birşeyler ekliyorlar. Farkları olmalı ya!

Daha da önemlisi ama şimdiye kadar ulusal bir siyasetimizin ve örgütlenmemizin olmaması nedeniyle insanlarımızın şu veya bu siyasi kimliği benimsemiş, hatta içselleştirmiş olmaları ve dünyaya bu siyasi kimlikleriyle bakmaları.

Herkes kendisini bir yerlerde tanımlamış, içerisinde yaşadığı ülkenin herhangi bir siyasi partisiyle veya akımıyla bütünleşmiş. Ekonomik-siyasi güçleriyle karmaşık ilişkiler geliştirmiş, sözkonusu ülkenin önceliklerine göre konumlanmış, ama bunun kendisi de farkında değil.

Onun için, kimse bizden her söyleneni hemen ciddiye almamızı beklememeli, biraz da kendisini ve şimdiye kadar neyi savunduğunu sorgulamalı, kendi ezberini bozmalıdır. Çünkü eğer şimdiye kadar söylenenler ve yapılanlar doğru olsaydı Çerkesler (Adıgeler) bugün bu durumda olmaz ve bizim de ortaya çıkmamıza gerek kalmazdı.

Bir kez daha tekrar edelim:

Bizim kendimize biçtiğimiz misyon “Çerkes (Adıge) halkının uluslaşma perspektifiyle ve Çerkesya eksenli örgütlenmesi gerektiğini anlatmak ve aynı düşüncede olan insanlarımızla biraraya gelip sürece müdahale etmek”tir. Çünkü Çerkes (Adıge) halkının hala ulusal bir siyaseti ve örgütlenmesi yoktur.

İşte bunu yaratmak için kısa süre önce Anavatandaki yurtseverlerle ortak-paralel ilk adımları attık. Elbette daha çok eksiğimiz var, ama teorinin de pratiğin de saksıda yetişemeyeceğini, daha fazla beklemeden doğrularımızla ortaya çıkmak; tartışmak ve tartıştırmak gerektiğini düşündük. Olumlu bir yankı da yaptı.

Gizlimiz saklımız, kimseye bir borcumuz yok. Kimseye karşı da önyargılı dağiliz. Henüz işin başındayız ve bu köprünün altından daha çok sular akacaktır…

Şimdilik şunu söyleyebiliriz: Bundan sonra diasporada hiçbirşey eskisi gibi olmayacak; yeni şeyler söylenecek ve buna paralel yeni ilişkiler, yeni dengeler ve yeni ittifaklar kurulacaktır.

Şimdiye kadar ki “siyasetlerimiz”, bunların etrafında şekillenen gruplaşmalar ve kurumlaşmalar “miadlarını doldurdular”. Ya dönüşüp sürece uygun politikalar-tavırlar geliştirecekler, ya da marjinal gruplar olarak can çekişerek yaşamaya devam edecekler.

Hatta değişim süreci başladı ve taşlar yerinden oynuyor. Çoğumuz, belki farkında değiliz ama, birkaç yıl öncesine göre daha farklı düşünüyoruz. En azından şu veya bu söylemimiz değişti. Bunun sonucunda ilişkilerimiz de değişecek ve belki de şimdiye kadar yakın olduklarımızdan uzaklaşırken, uzak durduklarımıza ise yakınlaşacağız.

Diğer toplumsal mücadeleler gibi ulusal mücadeleler de başlıca üç aşamadan geçerler:

1- Aydınların “aydınlanması”. Teorinin şekillenmesi.

2- Aydınların etrafında kümelenme. Teorinin taşıyıcısı ve pratiğin örgütleyicisi kadroların örgütlenmesi-eğitilmesi.

3- Kitleselleşme.

Biz daha veya hala birinci aşamadayız ve görece uzun olan bu evreyi karakterize eden teorik tartışmalar, ayrışmalar veya birleşmelerdir. Çoğunluk ya ilgisizdir, ya da uzaktan izler. Bu aşamada örgüt veya örgütsel ilişkiler ya yoktur ya da henüz çok zayıftır. Çünkü kendini kanıtlamış bir çizgi ve örgütlü mücadelenin altyapısı olacak birikim, bilinç, örgütlü düşünme yeteneği ve ruh hali yoktur. Herşey çok kırılgandır. Herhangi bir doğruda biraraya gelinir, dağılınılır; tekrar yeni bir arayış içerisine girilir, yeniden biraraya gelinir… Taa ki bir örgütlenme çıkıncaya kadar!

Hemen hemen aynı evrelerden geçmek zorunda olan diğer toplumsal mücadelelerle karşılaştırıldıklarında ek zorlukları vardır ulusal mücadelelerin. Zaman yurtseverlerin aleyhine akar, asimilasyon toplumsal tabanlarını eritir. “Aynı ulusun” fertleri oldukları halde farklı toplumsal ekonomik çıkarları olan çok daha geniş ve gittikçe eriyen bir yelpazeyi biraraya getirmek zorunda oldukları için de örgütlenmek, özellikle başlangıç aşamasında, daha zordur.

Hani zaman zaman “bizde herkes komutan, asker yok” denir ya, bu durum da yalnız bize özgü değildir. Birinci aşamanın “asıl aktörleri” olan entellektüel-aydınların karakterlerinin örgütlenmeye veya örgütlü ilişkilere yatkın olmamasıdır sorun. Bunlar, örgütlü ilişkilere girdiklerinde toplumsal statülerini ve “özgürlüklerini yitirme” korkusu taşırlar. Zaten “en doğruyu da kendileri biliyorlar”dır!

Biz mi?

Elbette biz de en doğruyu bizim bildiğimizi düşünüyoruz! Elbette biz de örgütlü ilişkilerden korkuyoruz. Ve elbette bizde de “birinci aşama”nın eksik ve zaafları; “eski”den kalma arkadaşlıklarımız, alışkanlıklarımız ve zaaflarımız var. Çünkü toplumsal ilişkilerde bir aşamadan diğerine geçiş birdenbire olmaz. Yeni, eskinin içinden doğar ve eski, daha uzun bir süre yeninin içinde varlığını devam ettirir. Bunlar zaman zaman bizleri de tereddütlere düşürebiliyor.

Ama biz en azından bir arkadaşımızın da yazısında vurguladığı gibi açık yüreklilikle “şimdiye kadar söylediklerimiz ve yaptıklarımız” yeterli değildir diyebiliyoruz. Yeterli olmayandan kopmak; hem ideolojik-politik söylemimizde hem de kişiliklerimizde ulusal mücadelenin gerektirdiği değişiklikleri yapmak, örgütlenmek istiyoruz.

Örgütlenme, aynı şeyleri söyleyen insanlar arasında bir işbölümü ve hiyerarşi demektir. Yatay-dikey ilişkiler kurmak, düşüncelerine ve birlikte yürüdüğün insanlara karşı sorumluluk ve güven duymaktır. Başlangıçta bunu kavramış ve içselleştirmiş insan ya yoktur, ya da yok denecek kadar azdır. Çoğunluk herşeyin eksenine kendisini, kendi birikimini, doğrularını; hatta alışkanlıklarını koyar.

Çerkes halkının 150 yıldır aşamadığı sorunlardan biri ve başında geleni de budur. Entellektüel faaliyet ile politik-örgütlü mücadele arasındaki farkı bilmiyoruz. Entellektüel-aydınlarımız halkımıza bir yol göstermek yerine ayrıntıların içerisinde teorik gevezeliklere boğuluyorlar. Bu nedenle halkımız önderliğini yaratamıyor, kurumlarımız büyüyemiyor, mantar gibi grup üzerine grup türüyor; ortalık kızandan-küsenden geçilmiyor.

Hayal kurmuyoruz, biz de aynı sorunlarla muhattap olacak, enerjimizin ve zamanımızın önemli bir kısmını bu soruna ayırmak zorunda kalacağız; ama her ne pahasına olursa olsun sarsılmadan yolumuza devam etmek zorundayız. Bizi anlayanların çıkacağından ve bir gün hem de kendiliklerinden “ben de Yurtseverim, ben de elimi taşın altına koymak istiyorum” diyerek ulusal mücadelede yerlerini alacaklarından kuşku duymuyoruz.

Bu nedenle hemen her söylemimizin karşısına şimdiye kadar yaraya merhem olmayan “doğruları”yla çıkan, “ama, lakin vs” diyerek ve uzlaşmacı, kapsayıcı görüntüsü altında söylemlerimizin altını oymaya çalışan, herşeyi eğip büküp utangaçca “bizi dinlemeye devam edin” diyenler karşısında dik durmaya çalışıyor, hem doğrularımızı anlatıyor; hem de bu doğrularımızın taşıyıcısı olacak insanlarımızın düşünsel ve ruhsal olarak hazırlanması için çalışıyoruz.

Entellektüel birikim elbette önemlidir, ama örgütlü mücadele vermek için tek başına yeterli değildir. Olsaydı okuduğu her okulu birincilikle bitiren, zeka seviyesi Einstein’ın zeka seviyesi ile karşılaştırılan, neredeyse her gün bir kitap yazabilen Y. Küçük her söylediğini başarmış olurdu. Ama hayatı boyunca bir yerde tutunamamış, üç kişiyi biraraya getirememiştir.

Biz bu makus talihimizi değiştirmek istiyoruz!

Kısa bir süre önce diaspoara “yurtseverler” ve “diğerleri” diye ayrışacak demiştik. İşte hepsi “bir”olmuş bizi eleştiriyorlar. Şimdiye kadar birlikte bir bardak su bile içemeyenler bize karşı inciler diziyor, “eski gelenek”ten gelen insanlarımıza veya yanlarımıza hitap etmeye; kendimizden ve birbirimizden kuşkuya düşürmeye çalışıyorlar. Halbuki biz şunu biliyoruz:

Eğer bütün oklar bize yönelmişse, biz doğru yoldayız demektir!”

Birileri en çok şu “Çerkes=Adıge” dememizden ve “Çerkes”in yanına parantez içinde “Adıge” yazmamızdan rahatsız oluyorlarmış.

Bir arkadaş mesela, Kuban Terek’te “Çerkes=Adıge” demenin “Türkiye Türklerindir” demekten farkı olmadığını iddaa ediyor.

Bu arkadaşın, “Türkiye Türklerindir” diyenlerin “Türkiye Türklerin vatanıdır” ve “Türkiye’de yaşayan herkes Türktür” demek istediklerini; bunu daha uçta yorumlayanların ise “Türk olmadığını iddaa edenler‚ bu vatanı terketsin” anlamında kullandıklarını bilmiyor olması mümkün değil. “Çerkesler Adıgelerdir” veya “Adıge=Çerkes” demenin bununla bir alakasının olmadığını da…

Peki bu arkadaş niye böyle bir iddaa da bulunuyor?

Çünkü başkalarının kafasında “Türkiye Türklerindir” diyenlerle aynı politik formasyona sahip olduğumuz; yani “ırkçı” olduğumuz çağrışımı yaptırmak istiyor. Kendini anlatarak değil, spekülasyon yaparak ve bizi karalayarak kendine politik platformda bir yer açmaya çalışıyor.

Tutar mı? Tutmaz! En fazla eski ve işe yaramayan teorileri şu veya bu kılıf altında yaşatmaya çalışan, ama hiçbir yerde tutunamayan “huzursuz ve uyumsuz” kişiliklere hitap eder, ama bu “zaaflılar koalisyonu”ndan da ne köy olur ne kasaba.

Hani “ilk taşı en günahkarlar atar” derler ya, böyle ilk taşı atmaya en hevesli olanlardan biri de kendisini otorite sanan “Hekimoğlu”.

Önce, neredeyse hiçbir konuda anlaşmadığı ve anlaşamayacağı, ama yurtseverlere veya tezlerine eleştiri getirdiği için “hadi koçum, sen aslansın; yeni neslin teorisyenisin” denilerek sırtı sıvazlanan bir arkadaşımıza “saygılar sevgiler” sunarak başlıyor incilerini dizmeye. İstiyor ki geniş bir cepheden eleştirilsin Yurtseverler.

Hekimoğlu” bunu mümkün olan her fırsatta ve herkese karşı yapıyor; hep şu veya bu düzeyde birlikte olan insanları ayrıştırmaya çalışıyor: “İflah olmaz" dediklerine cepheden saldırıyor, daha “ılımlı” bulduklarına “sen zaten farklısın” anlamına gelecek mesajlar veriyor; öne çıkartmak istediği, işine yarayacak şeyler yazdıklarında “eline sağlık” diyor. Allah var, rolünü de iyi oynuyor!

Her kelimesi bilinçli seçilmiş ve her kelimesi dezenformasyon amaçlı.

“Çerkes ve Çerkesya yı daha kapsayıcı, halkları bir araya getirecek kavram olarak kullanmak yerine Adıge’ye indirgeyerek milliyetçiliklerinin nasıl bir ırkçı söyleme dönüşebileceğini gösteriyorlar. Neden Adıge ulusu kendine Çerkes ulusu deme ihtiyacı duysun? Eğer bir iki yazarının dediği gibi yurtsever iseler ve Çerkesya kapsayıcı bir yurdun adı ise neden Karaçaylar, Balkarlar, Abazinler Çerkesyalı olmasın? Neden Çerkesyalılar kendine Çerkes demesin? Neden Çerkesya’da bulunan, şu an Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes halkları gururla kendisini Çerkes olarak adlandırmasın? Çünkü onların uluslaşma tahayyülleri düşman yaratmak ve onunla mücadele etmek üzerine kurulmuş” diyor mesela.

Yani Çerkes ve Çerkesya’yı daha kapsayıcı kullanmayınca milliyetçilikten ırkçılığa terfi ediyor muşuz?

Halbuki bu mantıkla, mesela çok geniş bir tanımlama olan “beyazlar”ın üstünlüğünü savunan Ku Klux Klan bile ırkçı olmayacak; ama kardeşleri olan Slovaklardan ayrılan ve kendi devletlerini kuran Çekler, anti demokratik ve ırkçı diye netelenebilecektir.

Peki var mı dünyada böyle bir tanım?

Hani gerekli gereksiz alıntılar yapıp söylemlerine “otoriteler”den destek bulmaya çalışıyor ya, niye bu söylemi için de bir yerlerden alıntı yapmıyor?

Yapmıyor değil, yapamıyor. Çünkü politik çevrelerde böyle bir söyleme gülerler, bizim kendisine güldüğümüz gibi!

Dünyada birçok halkın kendilerini anadillerinde adlandırışları ile başkalarının bunlara taktıkları adlar farklıdır. Mesela Basklar kendilerini Basklı anlamında “Euskaldunak”, Eskimolar “İnuit” veya “Yupik“, Yeni Zelandalılar “Kiwis”… diye tanımlarlar. Çeçenlerin, Osetlerin ve daha onlarca halkın kendilerini tanımlayışları ile başkalarının onlara verdikleri adlar da aynı değildir. Çoğu, uzun bir süre bu ikisini birlikte kullanır, kullanılmasına itiraz etmez veya uygun şartlar oluştuğunda tekleştirirler.

Biri, kendi kendilerini adlandırmak için kullandıkları, “etnik kimlikleri”; diğeri ise “ulusal kimlikleri”dir demek yanlış olmaz ve bunun ortaya çıkmasının tarihsel onlarca nedeni vardır.

Yani, ulusal dil gibi, ulusal kimlik de ancak uluslaşma-kurumlaşma sürecinde ortaya çıkar. Binlerce yıldır “dil” vardır, ama ulus öncesi toplulukların dilleri ulusal dil değildir. Elbette bir ulusal dilin veya kimliğin mutlaka etnik dil ve kimlikten farklı olması gerekmiyor; ama uluslaşma sürecinin karakterine ve gelişimine göre böyle bir durumun ortaya çıkması; bir etnik grubun veya biraraya gelmiş etnik toplulukların başkalarının kendilerini tanımladıkları kimlikleri benimsemeleri de mümkündür.

Çünkü uluslaşma sonuçta bir toprakla bütünleşme ve bunun diğer uluslar tarafından da tanınması demektir. Yani uluslaşma sürecinde olan bir insan topluluğu, diğer uluslarla ve insan topluluklarıyla ilişkilerini hukuki temellere oturtur. Egemenliği tanınır. Bu süreçte öne çıkacak ve tanınanacak kimliği iç ve dış dinamikler birlikte belirler.

Elbette birkaç etnik topluluk birlikte; bunlardan birinin önderliği ve kimliği altında veyahutta daha “nötral” veya “kapsayıcı” bir kimlik altında uluslaşabilirler. Ama ayın şekilde tarihsel gelişimi içerisinde bir etnik topluluk da tek başına uluslaşma sürecine girebilir. Bunların hiçbiri mutlaklaştırılamaz ve hepsine dünyadan örnekler verilebilir.

Hepsinde ortak olan, uluslaşma iradesini ortaya koyan bir halkın örgütlenmesi; bir devlet veya onun işlevini görebilecek mekanizmanın: yani merkezi politik bir örgütlenmenin yaratılması ve bu merkezi iradenin altında yaşanacak “kesintisiz”-uzun bir sürecin sonunda bir ulusun, ulusal kimliğin ve ulusal dilin ortaya çıktığıdır. İster bir tek etnik grup, isterse de bir kaç etnik grup eksenli…

Uluslaşma sürecine giren insan toplulukları, üzerinde yaşadıkları coğrafyada gelişen ekonomi ve merkezi siyasal örgütlenme aracılığıyla ulusal bir karakter kazanırlar. Kendilerine güven duymaya başlar, birlikte bir gelecek vizyonuna sahip olurlar. Sahiplenme ve “aidiyet” duygusu gelişir. Bu süreçte (aslında bugün artık birçok siyaset bilimci uluslaşmanın iradi bir süreç olması nedeniyle “uluslaşma” yerine “ulus inşa etme” anlamına gelen “nation building” demeyi tercih ediyor) ulus öncesi ilişkiler, kimlikler ve diller tasfiye olur. Evrensel olan, uluslaşmanın yol ve yöntemi veya biçimi değil; sonuçlarıdır.

Bu süreçte sahiplenilen ulusal kimlik diğer ulus öncesi kimlikleri ve ilişkileri ezer, eritir. Süreç yaşanırken, kendilerini ulus öncesi kimlikleri ile tanımlayan, ulus öncesi ilişkileri yaşayan ve seven insanlar birşeyleri “kaybettikleri” hissine kapılacak, belki de “üzülecek” ve direnmeye çalışacaklardır. Ama kimse tarihin-hayatın akışını durduramaz.

Bugün artık hayat bize bunu dayatıyor ve bizim karar vermemiz gerekiyor: Uluslaşmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz?

Şurası kesin: Uluslaşamazsak, bugün kopamadığımız, kendimizi ait hissettiğimiz kimlilerimizle: “Abzeh, Kabardey, Vıbıh, Abaza veya Shapsugh…” olarak er veya geç yok olacağız. Yani ulus öncesi toplumsal ilişkilerin ürünü kimliğimiz zaten yok olacak; ama Çerkesleşmeyecek (Adıgeleşmeyecek) ya Türk, ya Arap, ya Rus, ya da bilmem ne olacağız.

Bu mu gerçekten istediğimiz?

Çerkesya kapsayıcı bir yurdun adı ise neden Karaçaylar, Balkarlar, Abazinler Çerkesyalı olmasın” ve “neden Çerkesya da bulunan, şu an Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay Çerkes halkları gururla kendisini Çerkes olarak adlandırmasın” diye soruyor “Hekimoğlu” ve herşeyi: doğruları ve yanlışları birbirine karıştırıp; ama sonunda bir yanlışı – ki bu, bize ait olmayan bir söylem – öne çıkarıp eleştiriyor. Yanlışları ortaya çıkarıp, doğruları söylemeye değil; kafa bulandırmaya ve önyargılara oynuyor.

Neden Çerkesyalı olmasın?” veya “neden kendilerini Çerkes olarak adlandırmasınlar?” derken “Çerkesyalı” ile “Çerkes” kavramlarını birbirinin yerine kullanıyor. Peki bunlar aynı mi? Bu kadar “mürekkep yalamış” “Hekimoğlu” bunu bilmiyor mu? Mesela “Türkiyeli” ve “Türk” deyince anlatılmak istenenler aynı mı?

Veya biz Çerkesya’da yalnızca Çerkeslerin yaşadığını nerede söylemişiz? Bunu söyleyen ve “herkesi Çerkes” yapan kendileri değil mi? Bizim “Çerkesya, Çerkeslerin (Adıgelerin) anavatanıdır” söylemimizden bu anlam çıkar mı?

Asıl önemli olan ise “Neden Çerkesyalılar kendilerine Çerkes demesinler?” ricası! Bunun “Türkiye’de yaşayan herkes Türktür” veya kendi sözleriyle “Türkiye’de yaşayan herkes neden kendisine Türk demesin?” demekten farkı var mı? “Neden… demesin” diye sorar gibi yaparken aslında “ruhunun derinliklerindeki” veya “teslim olduğu” şövenizmi dışa vurup, bugüne kadar Türkiye’de ve Rusya Federasyonu’nda neden ulusal kimliğimize sahip çıkamadıklarının da ipuçlarını vermiyor mu?

Neden Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay Çerkes halkları gururla kendisini Çerkes olarak adlandırmasın? cümlesinin, yani “gurur sosu”na bandırılan bu sorunun demogoji yapmaktan başka bir anlamı var mı? Sanki bu halklar ”biz Çerkesiz” demek için yanıp tutuşuyorlarmış da, biz onları dışlıyormuşuz gibi?

Diasporada kendi kafalarında bir dünya kurmuşlar veya bir dünya kurulup ellerine verilmiş, hala aynı şeyleri söyleyip duruyorlar. Anavatanda Adıgeler dışında hiçbir halk Çerkes kimliğini kabul etmiyor. Millete yalan söylemekten vazgeçin!

Bu söylem bizi kendi örgütlenmelerimizi yaratmaktan, 6 parçaya dağıtılmış halkımızı biraraya toplamaktan ve diğer halklarla eşit şartlarda masaya oturabilmekten alıkoyuyor. Başkalarının karşısında güçsüz bırakıyor.

Biz, Çerkesya’da yaşamış, halen yaşayan ve gelecekte de yaşayacak olan halkların, hatta bizi eleştirenlerin isimlerini saymaya bile cesaret edemedikleri Rusların ve Ermenilerin de insani ve toplumsal (ulusal veya etnik) haklarına, kimliklerine her zaman saygı duyuyor-duyacak ve demokratik ilkeler temelinde birlikte yaşamak istiyor-isteyeceğiz. Ama bu, Çerkesya’nın Çerkeslerin anavatanı; Çerkesin Çerkes, Karaçay’ın Karaçay vs olduğu gerçeğini değiştirir mi? Hangisi ulusal demokratik haklara saygı duymak anlamına geliyor: Başkalarının varlığını ve kimliğini reddetmek veya onlara benimsemedikleri bir kimlik dayatmak mı, yoksa tanıyıp eşitlerin birlikte yaşamasını, birliğini savunmak mı?

Hekimoğlu”, “Çerkes=Adıge“ söylemimizden rahatsız oluyor ve bunu söylediğimiz için bizi ırkçılıkla suçlayacak kadar komik duruma düşüp uluslaşmaktan hiçbir şey anlamadığını ispat etmeye çalışıyor! İşin ilginci kendisinin daha doğru dürüst bir “Çerkes” tanımının bile olmaması; zaman zaman tüm Kuzey Kafkas Halklarını, zaman zaman da “Adıge-Abhaz-Oset” halklarını, olmadı “Adıge-Abhaz” halklarını “Çerkes” olarak tanımlaması.

Her sözüne bir yerlerden alıntılarla destek bulmaya çalışırken, bu tanımı için bunu yapamıyor. Belki de daha Tanıl Bora bu konuda birşey söylemediği için?

Kafa karıştırmaya gerek yok. Irkçılık sözlüklerde şöyle tanımlanıyor: “Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir. Ortaya çıkış nedenleri arasında çoğunlukla ekonomik nedenleri olması yanı sıra düşünsel nedenlere de dayanmaktadır.”

En bilinen ırkçı akımlar, beyazların siyahlar ve Almanların tüm dünyada tahakkümü savunan “Ku Klux Klan”, “Apartheid” ve “Alman ırkçılığı”dır. Ama bunların yanında kendi dilini veya kültürünü; kısaca devletini-milletini diğerlerinden üstün gören, başkalarına hükmetmeye ve yoketmeye çalışan ırkçı akımları dünyanın hemen her yerinde görmek mümkündür.

Peki söyler misin “Hekimoğlu”, Çerkes=Adıge demek bu tanımın neresine girer? Biz ne zaman Çerkesler (Adıgeler) belli bir kan grubuna veya genetik yapıya sahip etnik topluluğudur demişiz? Veya kendimizi başkalarından üstün görmüş, onlara hükmetmek iştemişiz?

Biz şunu söylüyoruz: Tarih farklı bir şekilde yaşansaydı elbetteki tüm Kuzey Kafkasya Halklarından veya bunların bir kaçından bir “Çerkes ulusu” veya “Kafkas ulusu” çıkabilirdi. Ama yaşanmadı; Kuzey Kafkasya Halkları birlikte bir merkezi otorite kuramadı; denedi, ama olmadı, yaşatamadı ve bu nedenle de birlikte uluslaşamadı. Bugün ortaya çıkan siyasal, sosyal ve ruhsal harita bu halkların birlikte uluslaşamamış olmaları nedeniyledir. Ve bu tren artık kaçmıştır.

Kuzey Kafkasya Halklarının veya bunlardan birkaçının birliği ve birleşmesi bundan sonra ancak bu halkların uluslaşmalarını tamamlamaları ve özgür uluslar olarak biraraya gelmeleri ile mümkündür. Tıpkı “Birleşik Latin Amerika” söyleminin bu düşüncenin önderi Bolivar’dan 200 yıl sonra ve ancak bugün ete kemiğe bürünmeye başlaması gibi…

Bu nedenle Çerkes (Adıge) halkının gündemi ve önceliği birleşmek veya birleştirmek değil; Çerkes (Adıge) halkının birliğini yaratmak ve uluslaşmaktır!

Devam edecek...


Cherkessia.net- Çerkesya Yurtseverleri

Bu haber toplam 3349 defa okundu.


Bu habere yorum eklenmemiştir. İlk yorumu siz ekleyin.
Sitemizin hiçbir vakıf, dernek vs. ile ilgisi yoktur. Sitede yayınlanan tüm materyallerin her hakkı saklıdır. Sitemizde yayınlanan yazı ve yorumların sorumluluğu tamamen yazarına aittir.
Siteden kaynak gösterilmeden yazı kopyalanamaz.
Copyright © Cherkessia.Net 2009 İletişim: info@cherkessia.net