Evren paşa yaşasaydı muhtemelen darbecilik suçlaması ile ceza alır ama yaşına hürmeten evinde göz hapsinde tutulurdu. Fırsatını bulup da kendisi ile röportaj yapacak olan güzel muhabire şu sözleri söyleyeceğine adım kadar eminim;’’…biz hapisteyiz lakin fikirlerimiz iktidarda netekim …’’
15 Temmuz gecesi sokağa inen halkın demokrasiden yana sergilediği net duruş ve sonrasında ‘’liderler buluşması ‘’ olarak sunulan ve daha fazla demokrasi, daha iyi bir Türkiye için karşılıklı anlayışı hâkim kılma isteği ve siyasetin sorun çözme etiğini kullanmayı deneme hamlesi maalesef bekleneni vermedi. Türkiye siyaseti son hızla Evren paşa ve ekibinin çizdiği 12 Eylül siyaset sınırlarına geri döndü. 12 Eylül darbesi adı, sanı, ideolojisi, lideri kim olursa olsun Türkiye’de siyasetin devletçi, milliyetçi ve popülist (rantçı) olmak ile koşulu ile yapılabileceğine hükme bağlamıştı. Bir parti biraz milliyetçi, çok devletçi olabiliyorken, karşısındaki parti daha az devletçi, daha çok milliyetçi veya muhafazakâr olabiliyordu. Yani niceliklerin oranı bünyeye göre biraz artıp eksilebilirken, nitelikler hep aynıydı.
Siyasetin liderleri kendilerini yeniden aynı cendere içerisine hapsetmiş durumdalar. Bir farkla eskinden laik olmak ilkesi de devletçi, milliyetçi, popülist olmanın yanında eklemlenirdi, bir tek o duruş değişti, laisizmin yerine artık takke-tekke edebiyatı yapmak revaç buldu.
Siyaseti sırf kendisi için veya kendi tabanına hitap eder şekilde yapmaya zorlamak, siyaset kurumunun sorun çözme yeteneğini kaybettirdiği gibi iktidar olan için yüksek oranda keyfiyete kaçmaya yol açmakta. Ülkesel veya küresel meseller de siyaseti elli bir kalıba dökerek sınırlandırmak ise sorunların çözümünde yeni atılımların yapılmasındaki en büyük engel olarak karşımıza dikilmekte.
Yeryüzünde bugüne kadar keşfedilip ilerletilmiş liberal, sosyalist, sosyal demokrat vesaire siyaset modellemelerinin aksine ‘’türk tipi’’ denilerek çokta efektif olmayan kılıflara sığdırılıp, seyir arenasında absürt gururlanmalara da vesile olunan, kurumsal yetkilendirme ile meydana çıkan ortak devlet aklını saf dışı bırakan ve denetim mekanizmaları kurulmamış siyaset üretimlerinin ileride ülkeye yönetim krizleri yaşatacağı şüphesizdir.
Bu teorik koşullarda erken seçime gidiyoruz. Ama seçimleri etkileyecek en büyük faktör ise ‘’psikoloji’’dir. Yani 12 Eylülün ülkeye başka bir armağanı olan ‘’öteki’’den korkma becerisi. Öyle veya böyle bu ülkenin seçmen kitlesinin büyük çoğunluğu sağ partilere oy vermektedir. Hali kötü olan sağ bir seçmenin oyunun rengini değiştirmeye ahdettiği vakit aklına düşen en büyük vesvese ‘’ya solcular’’ gelirse olur.
Öyle ya! Bunlara hiç değilse derdini anlatabilmektedir. Solcular zaten onu düşman olarak görmektedir, bırak derdini anlatabilmeyi, eğer sol iktidara gelirse bugünkü pozisyonunu dahi hepten kaybedecektir. Bilinç altında sağ ahaliye, siyasetçisi ile, edebiyatçısı ile din adamı ile empoze edilenler aşağı yukarı budur.
Sol siyasetçi ve sol seçmen ise bir türlü kendinin de bu ülkede diğer vatandaşlar ile birlikte eşit statüde olduğunu anlamamış. 1789 Fransız ihtilalinin ilkelerinden koparttığı vatandaşlık söylemi hep teoride kalmış, çok az durumlar hariç basit gördüğü avam ile bir arada olmaya yanaşmayan elitist pozlarda yaşayıp göçmüştür. Yani sağın korkularını sürekli beslemiştir. Solun en büyük açmazı teorisini dillendirdiği siyasetin pratik zamanı geldiğinde söylemlerinin tam tersini yapmış olması ile açıklana bilir. Örnek vermek gerekirse Kürt solu, barış diyerek beslediği iklime kendi elleri ile bomba koyup patlatmıştır.
Solun iktidara gelme gibi bir hedefinin olduğunu kimse tartışmıyor. Neden? Çünkü solun şahsına münhasır bir cemaatçikler yumağı, Grand de Orient bir cemiyet görünümünden kurtulmadıkça da böyle bir hedefinin olamayacağı aşikâr biliniyor. Lakin kimi idealist ateşli oğlanlar bazen siyaset sularını dalgalandırmayı başarıyor, fakat onu öne süren partidaşları bile yüzüne gülüp, arkasından seçimi kazanmaması için elinden geleni yapacaklardır. Çünkü Türkiye solu avam olmasa kendisinin değerinin düşeceği vehmindedir, dolayısıyla avamın gelişmeyip aynı yerde kala kalmasını büyük bir iştiyakla istiyor. En basit örnek E-5 de araç kullanan bir başörtülü gördüğünde bile, ‘’…bunlarda çok oldu haa…’’ diyerek içindekini faş eden birden çok çağdaş, ilerici, solcu vesaire görmüşlüğümüz vardır.
Solun bütün hedefi, kendinde var olduğunu sandığı elitizmi muhafaza edip ve mahalline dokundurtmayacak kadar ayrıcalıklara sahip olarak muhalefette kalmayı becerebilmektir. En büyük sorunu ise sağ seçmenden oy alabilmektir. Bunun için nedenini yukarıdan açıkladığımız şekilde kendi içerisinden aday çıkartamamaktadır, sağ seçmeni aşağılamadan hitap edecek bir söyleme sahip solcu aday anında cemaatinden, kulübünden, hizbinden dışlanır. Bu cesareti de ateşli oğlanlar dışında kimse gösteremez. O yüzdendir ki sol muhalefet sağ seçmenden oy alabilmek için iki de bir sağcı aday arayışına girer, ancak aslı dururken kimse taklide oy vermez.
Türkiye 21nci yüzyılın ilk çeyreğinde bölgesel güç olma iddiasını kaybetti. Bunu her şeyden çok içe dönük siyaset söylemlerinden anlıyoruz. 12 Eylülün dayattığı siyaset sınırlarına geri dönüşle birlikte her kesim kendi ilgi alanındaki grup, zümre, cemaat, cemiyet, mezhep vesaire gibi toplumsal yığınları pekiştirme etme telaşına düştü. Kontrol altına giren yığınların tek beklentisi de tabi ki popülizm yani rant yani çıkarcılık. Bu tür bir geri besleme ise ülke zaten kısıtlı olan ülke kaynaklarını heba eden tükenişlerle nihayetlenir.
İnsanların mutluluğu kendi uhdelerindeyken ülkesel mutluluk siyasetin faaliyet alanı içerisindedir. Devlet imkânlarının tasarruf hakkını elinde bulunduranların bu alanı fasit daireye dönüştürmesi ülkede huzursuzluğu artırır. Küresel güç olmayı hedeflerken, bölgesel ligden düşmek, gelişmiş liberal demokrasiyi örneklerken Putinizm’e benzemek, orda da tutunamayıp ulusal kaynakların belirli bir zümrenin (korporasyon) eli ile kullanılması demek olan faşizm batağına saplanmak, ülkesel mutluluğu değil de sadece kendi topluğunun iştiyakından beslenen siyasetlerden başı dönenler için sonu hiçte iyi bitmeyen deneyimlerdir.
Demokrasi müzakere, uzlaşma ve farklılıkları bir arada yaşatabilme yönetimidir. Toplumsal mutluluk ise ‘’yerlilik ve millilik’’ gibi yarı askeri soyut kavramların üzerine bina edilemez. Türkiye cumhuriyeti bir imparatorluk bakiyesidir. Burada her dinden, her milliyetten insan emanetçi olarak değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamaktadır. Toplumsal huzuru inşa edecek yegâne düstur medeniyet yani sivilleşmedir, devlet karşısında bireyin haklarını önceleyen bir anayasadır. Lakin bunlardan bahseden başkan adayımız maalesef yok. Her siyasetçi kendine has üslubu ile Müslümana İslamiyet’i, Türk’e Türkçülüğü, Kürde, Alevi’ye geçmişin acısını, fakire, dar gelirliye, asgari ücretliye bol bol iyi dilek ve temenni satmaya çalışmakta.
Bütün bunları okuyucu biliyor. Hatta Hindistan da ki kör mihrace, Mısır da ki sağır sultan dahi biliyor. Bizim yazdığımız malumun ilamından ibaret. Türkiye’nin siyaseti ufuk açan söylemler yerine 12 Eylülün, dünya bize düşman sakın ha diyen korku söylemlerine, bilimden, üretimden, ahlaktan, dürüstlükten, vatanseverlikten yana değil de, sığ milliyetçi sloganlar ile halkı oyalayan demagojiye geri dönüldüğünden beri içime bir karanlık bir çöktü, 12 Eylülün askeri vesayetini bitirdiler diye sevinmiştik ama sanırım yapamadılar, olmadı, bunlarla olmayacak belli ki.
Tesadüfün böylesi, evde Aamir Khan’ın Hindistan’da babalarının zoru ile güreş sporu yapan kızları konu eden filmini izlerken pekte sürpriz olmayan bir siyasinin başkan adaylığını ilan ettiğini duydum, filmde geçen vecizelerden biri aklıma düştü; ince bir dal bile boğulan insan umut olur,,, beynimin yolladığı subliminal mesaja hadi canım sende diyerek gülüp geçtim. Ateşli oğlanlar saman alevi gibi ortalığı kısa süre için aydınlatsa bile uzun soluklu olamazlar, hem zaten ben umudumu kaybetmişim bir kere, bulunsa dahi hükümsüzdür.
Baskın şeklinde icra edilen bu erken seçimde ÇDP aday çıkartamadı ki zaten beklenilen bir durum. Zaman aralığı geniş olsaydı insanın neden olmasın diyesi geliyor. Diğer işlerde ise rutinler devam ediyor olmalı. Derneklerin sezon sonu merasimleri başlamıştır. 21 Mayıs turistlerinin anavatan gezileri ile 1864 Çerkes Sürgününü, 1878 Abhaz göçmenlerin mezarlığında anacak olan Kefkenci taifenin ilanları da asılmıştır. 11 Mayısçı birleşik Kafkasyalılar, Çerkeslerin içinde olmadığı hayali devletlerinin 100ncü kuruluş yaşını mı kutlayacak, yoksa yıkılış yasını mı tutacaklar açıkçası çok da merak etmedim. Diğerlerinin henüz pek bir hazırlığı yok sanırım.
Bende 21 Mayıs Çerkes Sürgününü failinin karşısında protesto etme taraftarıyım, Çerkes siyaseti olarak elimizde net bir duruş sergilediğimiz bir tek bu olay var. Onu da Çerkes diasporasında çeyrek yüzyıldır ibresi ağır basan Rusofil çıkar grupları gereksiz ortaklıklar icat ederek bozma peşindeler. Unutmamak lazım gereksiz karşılaştırmalar gerçeği bozarak algılamamıza neden olur, bu ise tarihi konularda yanılgılara yol açar, geçmişi doğru bilmeden ürettiğiniz sonuçlar sizi yanlış siyasetlere götürebilir, Çerkesler özelinde olduğu gibi sorunlarınızı çözemeden geçen otuz yılı berhava etmiş/ediyor olabilirsiniz.
Sonuçta 05 Mayıs 2018 tarihi itibari ile Türkiye siyasetinin Evren Paşanın çizdiği siyaset sınırlarını aşamadığı görülüyor, önümüzdeki 24 Haziran seçimlerinin de Türkiye’de bir şeyleri iyi yönde değiştirebileceğine inancım çok zayıf. Çerkesler için ise, uzun yıllardır anakronizmden, obskürantizmden mustarip kılınarak uğratıldıkları hafıza kaybı ve buna bağlı olarak dayatılan siyasetsizliğin kayıplarını anavatanında ve diasporasında talepkâr siyasette ısrar ederek, süratle telafi etmeye çalışmaktan başka çareleri gözükmüyor. Medeni haklar medenice alınır demişken medeni mücadelenin en güzel yolunun kitleyi de, sorunlarını da, çözüm yollarını da görünür kılan sivil toplum siyaset mecrası olduğunu yazalım.
Sayın Hatko ülkenin siyasi durumunu gayet güzel resmetmiş. Tam da; aşağı tükürsen sakal, yukarı türkürsen bıyık vaziyeti...
Selamlar.