Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Hapi Cevdet Yıldız
Kurban Bayramı Öncesi Birkaç Söz
22 Eylül 2015 Salı Saat 21:45

Habraço Murat Özden yakından tanıdığım, sevdiğim biri, bir kardeşimiz. 1976’dan beri tanışırız. Ayrıca okulumda İngilizce dersleri de vermişti. Hapae Erhan da öyle, eski Maocudur, grupçu idi, şimdi Taymez Yusuf gibi o da burjuva olmuş deniyor, ikisini de severim, İstanbul Bağlarbaşı Kafkas Derneği’nden tanırım. Bu arkadaşların, sanırım şöyle bir algılamaları vardı: Türk akademisyenler ile Çerkes aydınları olarak ilişkilerimizi geliştirirsek bilgilenir, güç kazanır ve daha etkili bir konuma geliriz.

Bağımsız bir düşünce biçimi değildi bu. Birilerine bel bağlama, bağlı olma...

Bu gibi kişilerin samimi oldukları kuşkusuz ama yanlış. Bir hataları da kendi gruplarının, dahası grup şeflerinin dediklerinin dışına çıkmamaları. Bağımsız düşünceli olmadıkları için olmalı bu tavırları. Kendileri, grupları gibi düşünmeyenlerden ve farklı görüş sahiplerinden uzak durmaları, onları dışlamaları belirgin davranış biçimleriydi. Kendine güven eksikliği sayılmaz mıydı bu da? Şimdilerde MHP’nin HDP’ye yaptığı gibi.

Bu arkadaşlar Türk akademisyenlerin, bunların bir çoğunun birer ortaokul öğretmeni düzeyinde ve yazdıklarının da çoğunca aşırma (intihal) olduğunu, düşünce üreten Batılı akademisyenlerle bir tutulamayacaklarını bilmiyor olmalılar.

Bu bakımdan başkasından önce kendimiz olmalıyız.

“Ne kadar ekmek o kadar köfte” diye bir deyim var. Sen bir şey vermezsen bir şey de alamazsın. En başta kendi özgücüne, kendi fikir dağarcığına güvenecek ve dayanacaksın.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, ‘sivil döneme’ geçişle birlikte, eski Maocu Adıge, Maocu Abaza-Abhaz ve dönüşçü fikirler yeniden sökün edip sahneye çıkmış, bunların ittifakı sonucu İstanbul Bağlarbaşı Kafkas Derneği yönetimi bu üçlü ittifakın eline geçmişti. Her üçü de grupçu ve dışlayıcı idi, o sıralar dernekle ilgilenemiyordum, başka uğraşlarım vardı. Edilgen yönetim ise ayakta uyumuş, dönüşçüler  bu boşluktan yararlanmış, dış illerden günübirlik gelen yandaşlar gizlice derneğe üye yapılmış, aidatları tek elden yatırılmış, seçim günü otobüsler tutulup bu kişiler Ankara, İzmir, Samsun, vb yerlerden topluca İstanbul’a getirilmiş Maocularla ittifak içinde yönetimi almışlardı. Tabiî aralarında başka bir sol gruptan olan Murat Özden yoktu, ‘fikir suçundan’ hapiste yatıyor olmalıydı.

Bu arkadaşlar, Çerkes sorununun ne olduğunu bilmiyor ya da  kolay çözülür bir şey sanıyor olmalıydılar. Katı ve sekter kişiler idiler. Çerkes sorununu ‘öğrenmek için’ Murat Belge ve İlber Ortaylı gibi akademisyenlere konferanslar verdirmeyi, onlardan görüş almayı ya da söyleşi/sohbet toplantıları düzenlemeyi öneriyorlardı. Sözün kısası kendileri okuyup araştırmayacak, birileri ile muhabbet yapacak, o yolla bilgi sahibi olacaklardı. Sözünü ettiği kişiler kendi akademik alanlarında değerli kişiler olabilirlerdi, ayrıca Sayın Murat Belge’nin bir yanı da Çerkes’ti. Ancak amaç ve çalışma alanları farklıydı. Onların Çerkes, Çerkes sorunu diye bir dertleri, bir tek makaleleri bile yoktu. Karşı çıkmıştım, tabiî bana çok kızmışlardı. Her şeyin en iyisini kendileri biliyorlardı (!). Bense Sovyet, Moskova yanlısı bir “ revizyonist, sosyal faşist” imişim.

Bildiğim kadarıyla Murat Belge’yi çağırdılar, dinledim, Ediz Hun ile de söyleşi yaptılar, bulunamadım…

Yapılabilir, yararlı da olabilir. Demek istediğim o değil. Demek istediğim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerektiği...

Ediz Hun, Murat Özden’in deyişiyle İstanbul Çerkes sosyete kadınlarını yığın halinde Bağlarbaşı derneğine getirmeyi başarmıştı. Meğer ne kadar da çok şöhrete aç kadınımız varmış kıyıda köşede kalmış…

Bu arkadaşların ve birçoğumuzun farkında olmadığı bir gerçek var: Sen kendin bir şeyler yapmıyor, kendi davanı bilmiyorsan, başkalarının yardımıyla bir yerlere varamazsın. Varsan da yarım ya da hasarlı olabilir.

Ankara Hukuk’ta mikrofon kullanmayan sesi gür bir hocamız vardı, derslerinde ara sıra ilginç tekerlemeler yapar, dersinin dinlenmesini sağlardı. Bir defasında şöyle demişti: “90 yaşındaki adam komşu yardımıyla baba bile olabilir”…

Başkalarını dikkate almalı, dostluklar kurmalıyız ama sakalı kaptırmamalı, 90 yaşındaki adamın durumuna düşmemeliyiz. Bağımsız düşünce sahibi olmalıyız.

****

Önceleri rahmetli General İsmail Berkok’un “Tarihte Kafkasya”sı (1954) dışında ortaya bir şey, doğru düzgün Türkçe bir tarih kitabı konamamıştı. Berkok kitabında Kırım Savaşı’na ilişkin özetle şöyle diyordu: Kırım Savaşı, bir fırsattı, düşmanı yurttan atmak için derhal harekete geçmek gerekmez miydi?..”İşte Kafkaslıların büyük kusur ve zaafları buradadır!” (1).

Harekete geçmek gerekirdi ama nasıl? Buna gücümüz yeter miydi? Yardım mı almıştık?..

Rus birliklerinin sıra sıra topları vardı, kaleleri de toplarla donatılmıştı, Çerkes’in elinde çakaralmaz tüfek ve kılıçlar vardı. Çerkes’in taarruz şansı yoktu. Bıldırcın gibi avlanırdık. Müttefikler, ABD’nin Suriye’de Kürtlere silah ve eğitim verdiği gibi, Çerkeslere silah ve eğitim vermişler de Çerkesler mi reddetmişlerdi...

Harp Okulu’nda taktik (tabiye) dersi vermiş bir generalin Kırım Savaşı’na ilişkin algılaması bu kadar basitti.  

Bunun bir varyantını akademisyen Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’den de dinlemiştim. Bizi, dostumuz Oğuz Berk, http://Uzunyayla.com/'un Ankara’daki ödül töreninde tanıştırmıştı. Türköne’nin iyi niyetli olduğu kuşkusuzdu ve şöyle demişti: “Galiba Osmanlı Devleti Paris Konferansı’nda Çerkesleri yeterince savunmamış…”

Görüldüğü gibi, Çerkes Ethem için iade-i itibar isteyen, kampanyaya katılan Türköne’nin Kırım Savaşı’na ve Çerkeslere ilişkin bilgileri bu kadardı, yüzeyseldi, basitti. Maalesef yaygın bir bilgisizlik ortamımız var.

Benzetmek gibi olmasın, Türk aydınları çoğunlukla analiz yeteneği gelişmemiş kişiler. Birbirini tekrar eder durur, ortaya yeni bir şey koyamazlar; çünkü ülkede özgürlük ve eleştiri ortamı gelişmemiş. Elbette değerli olanları da var, ama çok nadir, çoğu polis ve cezaevi turnikesinden geçmiş, sopa yemiştir; kalite özgürlük ortamında belirir ve çoğalır, faşist ortamda değil.

Şaşmamak gerekir, Çerkes sorunu, o bir kişinin bir ilgi alanı değilse, yabancı akademisyenler bilmeyebilirler. Endülüs Müslümanları sorununu bilen kaç kişimiz var ki? Çünkü güncel ve ilgi çekici, para ya da şöhret getirici bir şey değil. Tarihi geçmişte kalmış bir sorun.

Küçük ya da yitik topluluklara ilgi az olur. Farklıyız, uygar bir ulusuz ama kimin umurunda... Dünya, kamuoyu büyüklerle ya da özgürlük mücadelesi verenlerle ilgilenir. Çerkesler hangi konumda?..

“Kırım Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti, bırakın Çerkesleri savunmayı, kendini bile savunacak konumda değildi. Yenilmişti, müttefiklerinin yedeklemesi sayesinde durumu kurtarmaya bakıyordu, Müttefikler için Çerkesler, önemsiz, feda edilebilir küçük topluluklardan biri idiler”, dedim. Paris Konferansı sırasında “Çerkesler bize yardım etmediler ki” diyorlardı Müttefik diplomatlar (2).

Müttefikler, eğer istemiş olsalardı, Osmanlıların yenilmiş olmalarına rağmen Paris Antlaşması’na madde koydurur, Rusya’nın Çerkesleri imha etmesinin önünü alabilirlerdi. Özerkliği bile kabul ettirebilirlerdi. İlgilenmediler. Çünkü Çerkesler Müttefiklerin umurunda değildi, sadece Rusya’yı ateşkese zorlayıp bir an önce savaşı bitirmek istiyorlardı. Sonunda  alacaklarını almış, Karadeniz’i donanma ve üslerden arındırmış, Akdeniz’i, Hindistan yolunu güvence altına almışlardı..

Tabiî her şey o kadar da basit değil; Müttefikler Rus’un kötü niyetini, soykırım ve sürgün suçunu işleyeceğini öngörememiş olmalılar, bunun daha başka nedenleri de vardır, örneğin kötü şans denilen şeyler gibi. Örneğin, 1855’te, savaşı inatla sürdüren reform karşıtı katı ve tutucu Rus Çarı I. Nikola ölmüş, yerine oğlu II. Aleksandr başa geçmiş, ateşkes istemişti.

Nikola’nın son günlerinde İngilizler nihayet Çerkesya kıyılarına asker çıkarmış, Taman Yarımadasının bir kısmından Türk vali Sefer Paşa (Zaneko) adına Rusları atmayı ve  şimdiki Krasnodar’a doğru sürmeyi başarmışlardı. Nikola biraz daha yaşasaydı durum belki farklı olabilirdi.

II.Aleksandr ‘Reform’ gereği duydu

Kırım yenilgisi, bir idarî ve sosyal reform yapılmadığı sürece, Rusya’nın güçlü devletler arasına  katılamayacağını belli etmişti. Rus teknolojisi zayıf ve eskiydi, ortada feodal bir imparatorluk vardı, cesurca direnmelerine karşın Rus birlikleri, daha üstün bir teknolojiyi kullanan Müttefik orduları karşısında başarılı olamamışlardı.

II. Aleksandr, Rusya’nın çıkarı için reform yapılması gerektiğini kavradı ve reform çalışmalarını başlattı, bu konuda Çerkasski ailesinden, Kabardey asıllı danışmanlarından ve generallerinden de görüş alıyordu. Çerkasski burjuva reformunun fikir babalarından biriydi. Sonunda 1861’de Rusya’da serflik (toprağa bağlı kölelik) kaldırıldı, modern idarî düzenlemeler yapılması kararı alındı. Herkes hukuksal anlamda eşit yurttaş oldu. Ancak serflerin üzerinde üretim yaptığı topraklar köylülere verilmedi, eski soylu kişilerde (çiftlik sahiplerinde) bırakıldı.

Milyonlarca Rus köylüsü hukuken özgür olmuştu, ama bir karış toprağa ve ekonomik özgürlüğe kavuşmamıştı; çıkış yolu olarak köylünün karşısında şu üç seçenek bulunuyordu: 1) Çiftlik sahiplerinin toprağında işçi/yarıcı olarak çalışmak, 2) Ele geçirilen ya da geçirilecek topraklara göç etmek ve oralarda toprak sahibi olmak, 3) Kentlere göç etmek.

Toprak, sanayi dönemi öncesinde ana üretim aracı idi.

Sanayi gelişmediği ve iş bulma olanağı bulunmadığı ya da çok kısıtlı olduğu için kente göç edilemezdi. Bu durumda, geride, ya eski beyin  toprağında çalışmak ya da ele geçirilen yeni topraklara göç etmek seçenekleri kalıyordu.

Bu beklenmedik oluşum Çerkeslerin ülkelerinden kovulmaları yolunu açtı. Kötü şans dediğimiz de bu. Rus geldi, Çerkes gitti ya da Rus köylüsü toprağa kavuşurken Çerkes köylüsü toprağından ve tabii ki yurdundan oldu.

Ekonomik ve stratejik nedenler de vardı tabii. Bunlar da en az bir öncekiler kadar önemliydi (3).

1789 Fransız devrimi toprağı köylüye  dağıtmıştı, daha o günden adil bir yapılanma ve demokrasinin alt yapısı olacak maddi düzenlemeler gerçekleştirilmişti; 1861 Rus reform yasası ise köylüye toprak vermedi, reform yarım kaldı; toprağı eski  sahiplerinde bıraktı. Bu sorun 1917 Ekim devrimini kolaylaştırdı, Lenin toprağı köylüye dağıttı, köylüyü yanına çekti ve iç savaşı kazandı. Ancak Stalin kolhozlar kurarak toprağı bireylerin elinden aldı (1928). RF’de bugün bile toprak sorunu tam  çözümlenmiş değil, bu gibi nedenler yüzünden Rusya’da toplum eşitliğe kavuşamadı, demokratik dönüşümünü tamamlayamadı. Oysa eski faşist ülkeler olan Almanya, İtalya ve Japonya İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgileri sonucu, ABD ve Batı yönlendirmeleriyle demokratik dönüşümlerini gerçekleştirdiler, faşist yapılanmaları bastırdılar. Rus, demokratik olmayan eski tarihi geçmişinin hâlâ tutsağı. Rusya’daki eşitsizliğin, ırkçılığın, savaş çığırtkanlığının, ilhakların ve ulusal baskının temelinde bu çözümsüzlük, bu adaletsizlik yatar. Sistem bunları, bu kötü şansları üretiyor. Kırım’ın ilhakı, asimilasyon düzenlemeleri gibi. Türkiye’deki durum biraz daha farklı ama aşırı nüfus artışı ve kentleşmeyle, sonuçta aynı problemli kapıya çıkıyor.

1865’te ABD’de de kölelik kaldırıldı, ama Afrika kökenli nüfusa toprak verilmedi, toprak köle emeğini sömürmüş olan çiftlik sahiplerinin mülkiyetinde kaldı, bu da 100 yıl sürecek olan bir ırk ayırımına, çatışmalara, sömürü ve zulme (Kızılderili katliamına) yol açtı. Kuzeyin sanayileşmiş eyaletleri olmasaydı bu hukuk dışı kölelik kurumu uzun yıllar daha devam edebilirdi. Köle ticareti 1814 Viyana Kongresi ile yasaklanmıştı ama kölelik ABD’de 50 yıl daha yaşamıştı. 1960’larda, köleliğin kaldırılmasından 100 yıl sonra, yargı yoluyla Afrikalı nüfusa nihayet genel oy hakkı tanındı, engelleme oyunları kaldırıldı, böylece eşitliğin yolu açılmış, bir Siyahî Amerikalı olan Barack Obama ABD Başkanı seçilmiş oldu.

Murat Özden ne diyor?

“Cehalet Dünyaya Hükümdar Olmaz”, Murat Özden’in son yazısının başlığı bu (Özgür Çerkes) ve şöyle diyor: “Dağlarda sadece öldürülerek anılan Kürtler, sürekli aşağılanarak anılan Aleviler, toplumun her kesimi tarafından itilen Çingeneler devlet tarafından muhatap alınıyordu…

Devletin yapmış olduğu Kürt, Alevi, Roman Çalıştayları, Çerkesler için yapılmayınca ÇHİ olarak ilk "Çerkes Çalıştayı"nı 2012 yılının Şubat ayında Sapanca Derbent'te gerçekleştirdik.
Çerkes Çalıştayı, Türkiye’de cahilliğin ve bilgisizliğin ne kadar derin boyutlarda olduğunu öğrenmeme vesile olan en önemli olaylardan biridir”.

Sayın Özden yukarıda söylediklerimi bir bakıma doğruluyor. Bunu geçelim. Özden’in söylediği gibi, devletin Kürt, Alevi ve Romanları muhatap aldığı doğru mu? Bize göre bu gibi şeyler, iktidar partisinin ve onun başkanı Erdoğan’ın göz boyama ve oyalama oyunları olabilir sadece. Sürecin bir alt yapısı,  yasal düzenlemesi yok. Kürtlerin durumu ortada, muhatap alınarak Alevilere ne  verilmiş ki?..

***

Genel anlamda Kürtlerin kırıntılara gereksinimi kalmamıştı. Kuzey Irak’ta ABD korumasında,  yarı bağımsız, federe bir  Kürt  devleti oluştu, bağımsızlık referandumu yaptı, yetkiyi federe meclise bıraktı. Kürtçe yayın sorunu da çözüldü, düzinelerle Kürtçe uydu tv yayını başladı.

Şimdi bir de Kuzeydoğu Suriye’de Rojava diye bir yer var, iktidarın baş ağrısı. İran Kürtleri ve İranlı diğer topluluklar desen,  tv ve sinemalarına değin çok şeye sahipler. Bizde ise, Kürt demek netameli bir şey.

Böylesine bir ortamda, Türkiye’nin 01 Ocak 2009’da başlattığı TRT-6/ TRT Şeş Kürtçe uydu yayını, iktidar partisinden kaçmaya başlayan Kürt oylarını geri çevirme amaçlıydı. Yani faydacı bir yaklaşımdı. Amacına da ulaşmıştı. Ayrıca AB müktesebatı da bunu gerektiriyordu, ilk adımları daha önceki iktidarlar döneminde atılmıştı. O süreçte  AKP’de sol, sosyal demokrat unsurlar da vardı. AKP şimdiki gibi ırkçı, dinci ve demokrasi karşıtı yüzünü açığa vurmamıştı.

Daha sonra Kürtçe ve diğer diller (Çerkesçe de dahil), ilköğretim okullarının 5-8. sınıflarında, haftada 2 ders saati tutarında seçmeli ders olarak okutulmak üzere programa kondu. Peki bu güne kadar kaç  Kürtçe ve Çerkesçe dersi öğretmeni atanmış, kadro verilmiş? Kaç okulda seçmeli Çerkesçe dersi okutuluyor?..

Bunlar tabanı olmayan ve iyi niyete dayanmayan şeyler.

Kürtleri bilemem, o konuda bilgim yok ama Çerkesler konusunda tam bir göz boyama, sonuç vermeyen bir girişimdi bu.

Peki devlet ya da AKP iktidarı Alevi ve Romanlar için ne yapmış? Hadi sormaktan vazgeçtim, Cemevi sorununu çözmüş mü? Sünni camilerdeki gibi cemevlerinin su ve elektrik giderlerini devlet mi ödüyor? Hayır. Devlet sözde laik. Ama Sünni imamların tamamına, 110 bin imama maaş ödeniyor, kurum olarak finanse ediliyor, peki kaç Alevi din görevlisine maaş bağlanmış?.. Sıfır.

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” dememişler boşuna.

Özden, ‘ülkede 170 üniversite olmasına karşın Çerkeslere ilişkin bir bilimsel makalesi olan tek bir akademisyene ulaşamadık’, diyor. Özden ulaşamamış, dileyelim akademisyenlerin hararetli savunucusu sayın Hapae Erhan ulaşmış olsun…

Ulaşamazsın, çünkü bu iş bir ruh, bir cesaret, bir çıkar, bir para sorunu. Özden “lale” (mama) diyor buna özel konuşmalarında, para getirici olmayan işler kişilerin ilgisini çekmez. Kariyer yapma dışında. Dışarıda adam, RF bir yana, Amerikalar’da, Avrupa’da ayağa kalkıyor, Çerkesçe öğreniyor, akademik çalışma yapıyor ve Çerkes sorununa eğiliyor, kendince omuz veriyor, kitap ve makaleler yazıyor.

Çünkü oralarda bilim ve özgürlük var. Bu ikisi olmadan gelişme olmaz… Bilim ve özgürlük… Oysa en büyük Çerkes nüfusunu barındıran Türkiye’de Çerkes sorununa değinen yok, çünkü ‘sakıncalı’ bir konu, para getirici değil, kariyer yapmaya da... 

Bizdekileri onlarla kıyaslayabilir miyiz? Bizdekilerin akademisyenliği pamuk ipliğine bağlı. Bir çırpıda binlercesini üniversitelerden sokağa dökerler. Bizim yasalarımız bile ithal malı. Söz gelişi, 33 yıl önce “millî” bir anayasa yaptık, her yanı dökülüyor, bir türlü kurtulamıyoruz. Atma atamıyoruz, satma satamıyoruz.

Ülke böyle de biz Çerkesler olarak  farklı mıyız?

Yahudi oğluna ne diyormuş: “Bugün sen kendin için ne yaptın? Sen kendini düşünmezsen seni kimler düşünsün?”..

Başkalarından medet umma yerine, kendi kendimize ayağa kalkmasını öğrenmeliyiz, derim.

Federal devletler konusu

Sayın Özden federal devlet konusunda da yanılıyor. ‘İsviçre’de en çok kullanılan dil İngilizcedir’, diyor, yanlış, kim söylemişse yanlış söylemiş, yok öyle şey. İsviçre, diğer ülkelerden farklı bir ülke. 4 dili var ama dördü de eşit haklı ve resmi dil. Biri diğerinden üstün ya da daha fazla hakka sahip değil. Ülke 4 ayrı dil bölgesine ya da bölgeciklerine ayrılmış. Her birinde ayrı ayrı birer resmî dil var, bir bölge ya da bölgecikte ikinci bir resmî dile yer yok, her dil sadece kendi bölge ya da bölgeciğinde egemen dil. Rusya’da ise örneğin Çerkesçenin, Tatarcanın üstünde bir Rusça vesayeti, hegemonyası, bir federal / üst resmî dil var, Rusça hegemonik dil. Diğer diller Rusçanın altında, ikinci planda. İsviçre’de yok öyle şey. Ancak bir bölgeciğin dilinde okuyan öğrenci okulda ikinci bir İsviçre dilini de okumak ve öğrenmek zorunda. Anlaşmak için İngilizceye gereksinmeleri yok. Hemen herkes Almanca ya da Fransızcayı bilir ya da anlar.

Rusya’da Rusça her yerde resmi dil, diğerleri fazlalık mı ne?..

İsviçre’de İngilizceyi de öğrenirler ama bunun, diğer 4 dil gibi resmî dil yanı yok (3). Sayın Özden, iyi bilmediğin şeylerden kaçınsan daha iyi olmaz mı?

Sayın Özden, İngiltere, İspanya ve Çin için federal devlettir diyor, bu da yanlış;  bu ülkeler federal değil, birer üniter (tek parçalı) devlettir. Özerk bölgelerinin bulunması o ülkeleri federal yapmaz. Üniter devletlerde de özerk bölge bulunabilir. Örneğin İspanya ve Çin’de özerk bölgelerin sayısı çoktur ama bu özerk bölgelerin ayrılma, bağımsız devlet olma hakları yoktur, Katalonya ve Bask Ülkesi ayrılamıyor; federal devlette ise federe devletlerin, ilke olarak federasyondan ayrılma hakları vardır.

İngiltere dediğimiz yerin resmî adı ‘Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’, kısaltılmış olarak da ‘Birleşik Krallık’tır. Tarihten gelme bir ad bu. Burada tarihsel geçmişten gelme kendine özgü bir devlet yapısı var, örneğin Man Adası, Manş Denizi’ndeki adalar/ Channel Adaları (Jersey, Alderney, Guernsey, Sark) Britanya’ya bağlı değildir, yani İngiliz toprağı sayılmazlar, ayrı resmî dilleri vardır, tarihsel bağlamda İmparatorluk Tacına bağlıdırlar, sembolik bir bağdır bu. Birleşik olma oralardan gelir. Dahası var, Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın ayrılma, referandum yoluyla ayrı devlet kurma hakkı vardır ama yerel parlamentosu ve hükümeti olmasına karşın Galler’in yoktur. İskoçya şimdiki statüsüne eski Başbakan Tony Blair döneminde kavuştu. Ayrıca, Britanya’nın her bir parçasının birer parlamentosu ve hükümeti var, ama İngiltere’nin yok. Londra’daki Britanya Parlamentosu ve hükümeti diğer parçalar ile birlikte İngiltere’yi de temsil eder ve yönetir.

Ayrıntıları iyi bilmek gerekir, bilmeden genelleme ya da yorum yaparsak toplumu yanıltmış oluruz. Doğulu ülkeler çorbacıdır, anlamazlar dersek zarar vermiş oluruz.

Düşünce özgürlüğü konusu

Düşünce düzeyi, yukarıda değindiğimiz gibi, yasakların olmadığı bir özgürlük ortamında gelişir. Çağdaş anlayış, düşünce yasağı gibi bir şeyi kabul etmez. Kim kime yasak koyar? Yasaklı topraklarda, örneğin Suudî Arabistan’da düşünce gelişemez, kaderci bir anlayış vardır. Bilmediğini cami imamına sorar. Yasağın ve baskıların en bol olduğu ülkelerden birindeyiz. Suriye’si, Ürdün’ü fark etmez, Çerkes boğuluyor,  ama İsrail farklı, orada Çerkes nefes alıyor, çünkü gelişmiş bir demokrasisi ve düşünce özgürlüğü var.

Özgürlük anlamında Türkiye olarak hangi düzeydeyiz? Özgür tartışma ortamı Ankara’da mı, İstanbul, Düzce, Trabzon’da, Kayseri ya da Diyarbakır’da mı daha fazla? Kim zihin inkılâbını gerçekleştirmiş?..Çerkesler mi?..

Para dedim. Kötü bir benzetme olacak ama olsun. İMC tv’nin Çerkeslere yönelik programları vardı, sanırım gün ve saat de ayırmıştı. Sonra ne oldu? İlgi gösterilmedi, tutmadı ve yürümedi. İMC tv Kürtlere yöneldi, çünkü ilgi gördü, Kürt İMC tv’yi izliyor. Reklam veriliyor. Hoş kapatılmış sonunda.

Hiç düşündük mü?

Bir yönüyle berbat, kendi varlığına ilgisiz, teneke bir toplum mu olmuşuz? Ayrıca ne ölçüde toplumuz?..

Nedeni belki şu olmalı: Bizde 40 kişi olduk mu 40 grup üretiyoruz. Çerkes miyiz, Adıge miyiz, Abaza, Karaçay, Oset miyiz, neyiz? Bir bilsek.

Her kafadan bir ses çıkıyor, bilen de konuşuyor bilmeyen de. Birimizin yaptığını bir diğerimiz bozuyor. Bu tutum özgürlüğü değil yozlaşmışlığı, çeliği değil tenekeyi yansıtır. Aşınmış da olsa bir geleneğimiz var ama bir bilimsel disiplinimiz kalmış mı? Çerkes büyükleri ise toprağın altında. Şimdikilerden hayır var mı?.. Zenginlerimizin cebinde kendimiz söz konusu olduğunda akrep var, çıkarcı, dinci kesim söz konusu olduğunda eller cebe. Hayır işliyorum diye varını yoğunu dağıtanlarımız az değil. Egoist olmuşuz, yarınımız cennette yer ayırmaya dönüşmüş. Yazık...

***

1988’de İsrail Kfar-Kama Çerkes Belediye Başkanı Yahya Nepsev ile görüşmüştüm: “Bizde bir belediye başkanı 6 aydan fazla dayanamıyordu. Birisinin uygunsuz işini yapmadın mı, onun taraftarı olan ya da işine gelmeyen Çerkesler bir araya gelir, imza toplar, belediye başkanını düşürürlerdi. Sonunda İsrail Parlamentosu yasa değişikliği yaptı, dönem sonuna değin başkanı düşürme yetkisi seçmenin elinden alındı, rahat ettik” demişti (4).

Maalesef böylesine bir huyumuz da var.

Okuyucularımın ve tüm hemşehrilerimin Kurban Bayramını kutlar, barış ve mutluluk dolu günler dilerim.


Notlar:
1 – Tarihte Kafkasya, s. 507.
2-Kırım Savaşı ve Ertesindeki  Çerkeslerin Tarihi (1853- 1856)
3 – Rus Sosyolog Valeri Tişkov’a Eleştri.
4 - İsviçre için ayrıca bkz. “Uzmanlar Adıgece Öğretimin Adıgey'de Gerilediğini Söylüyorlar” başlıklı çeviri yazıya yaptığımız yorum.
5 – Söz konusu görüşme için bkz. “İsrail’den Yahya Nepsev ile Eski Bir Görüşme”.
22 Eylül 2015

Bu yazı toplam 3708 defa okundu.





Dursun Kuzucu

Sayın Hapi, emeğinize sağlık.

24 Eylül 2015 Perşembe Saat 00:53
Sitemizin hiçbir vakıf, dernek vs. ile ilgisi yoktur. Sitede yayınlanan tüm materyallerin her hakkı saklıdır. Sitemizde yayınlanan yazı ve yorumların sorumluluğu tamamen yazarına aittir.
Siteden kaynak gösterilmeden yazı kopyalanamaz.
Copyright © Cherkessia.Net 2009 İletişim: info@cherkessia.net