Tarihe bir göz atarsak, imparatorlukları parçalayan, devletleri karıştıran ana unsur olan ulusal, etnik yapıların çok güçlü motivasyonlar içerdiğini görürüz.
Etnik, kültürel, tarihi ve inanca dayalı farklılıkların bir zenginlik olduğunu fark etmeyenler nasıl tekil ve fakir bir dünyaya doğru gittiğimizi görmüyorlar.
Çelişki ve düşünce ayrılıkları, provakatif eylemlerle nerelere gider bilinmez. Fakat tatsız, tuzsuz bir dünya olacağından habersiz geniş yığınlar huzur ve emniyet aramayı sürdürüyorlar.
Duyarsız ve bir şey yitirmediğini düşünen bu tuzu kuru çoğunluğun içlerinde insanlık umutları çoktan sönmüştür.
Onlara göre, milyonlarca yılda, atalarımızın üreterek bugünlere getirdiği tüm temel ve insani değerler önemli değildi.
İnsanı, hayvandan ayıran değerlerin çoğu da 'Tek tipleştirilen', 'Ayrıntıları yok edilen' ve 'Hepsi şaşırtıcı biçimde birbirine benzetilen', yozlaştırılmış değerlerdi.
Dahası başkalarının değerleriydi!
Dikkat edin! Etrafımızda aynı aksanla konuşan ne kadar çok çocuk var. Aynı giyim-kuşamı, aynı yiyecekleri, aynı düşünme kalıplarını, hiç sorgulamadan, benimseyip, paylaşan. Hiç olmadığı halde kendini aynı hissedenler ve kendi özünü yitirenler!
Ayrıntıları görmeyen, özelliklerini kaybeden ve geçmişten getirdiğini geleceğe taşıyamayanlar, yavaş bir intihara süründüklerini ne zaman göreceklerdir?
Çünkü bu gaflet; ağır ağır gelişen bir ölüm uykusuna dönüşmektedir.
Bir dil, bir kültür, bir yurt, bir ulus, bir gelenek, bir ruh, yavaş yavaş dünyayı, yaşamı terk etmektedir.
Fakat bu yok oluşa direnişin tek yolu, mantıksız, sevgisiz ve ölçüsüz sertlik değildir.
Uygar, barışçıl ve insani bir karşı çıkış, en doğru, en akıllı yoldur. Eğer taraflar, kendi kimliklerini yitirmeden, eskilerin deyimiyle itidalden ya da sağduyudan uzaklaşmazlarsa, en iyi çözüm hemen biraz ötemizde!
Çok kültürlülük dönemi başlamazdan önce bazı ülkelerde yönetimler, kendi ülkelerine yönelen göçmenlere ya da farklı aidiyetlere sahip halk gruplarına, başlangıçta dillerini öğretip, yaşam tarzını benimsemesi için ısrar ediyorlardı. Ki, asimilasyon politikasıydı bu.
Fakat zaman içinde bu gruplar, kendilerini ayırmak ya da farklılıklarını korumak istediler.
Kentlerin içinde bu tür grupların kendilerine ait yerleşim yerleri oluştu. Belki de gettoları. Ve onlar da kendi dillerini ve kültürlerini buralarda korumaya çalıştılar.
Örneğin Gabriel Garcia Marquez "Latin Amerika'nın büyük gücü; kültürüdür. Bir kuruş harcamadan Amerika'yı değiştiriyoruz, dilini, mutfağını, müziğini, yaşam tarzını değiştiriyoruz. Sizi bir Latin ülkesine dönüştürüyoruz" demiştir.
Çerkesler XIX.yy.'da anayurt topraklarından bir dış ülkeye sürülerek, diasporadaki yeni ülkelerine taşındılar. Kısa bir süreçti hedeflenen, ancak umulduğu gibi olmadı, uzadı gitti.
Onları anayurtlarından edenler, o kadar çok korkuyor, geri dönüşlerinden o denli ürküyorlardı ki, giderken ve gittikten sonra, Çerkesler'e ait evleri, çiftlikleri, ekinleri ve bahçeleri Kartaca misali yakıp yıkmışlardı. Öyle ki gidenlerin mezarları bile bu yıkımdan nasibini almıştı.
Nedeni çok açıktı! Tekrar geri dönüşleri istenmiyor, ülkedönüştürülmek, Çerkesya’da ‘Yeni bir Rusya’ yaratılmak isteniyordu.Gidenleri anımsatıcı her şey yok edilmeye çalışıldı.
Ve ulus ve ülke adı bir coğrafyadan silinirken, Çerkes halkının tarihsel belleği de silinmeye çalışıldı.
Çerkesya’da, Çerkes'e ait hiçbir iz kalmasın istiyorlardı. Direnenleri öldürdüler ya da ülkelerinden zorla kovdular.
Sadece ülkenin doğusunda sindirilmiş küçük bir azınlık, sembolik olarak kalmıştı. Orası da ülkenin batısına göre bataklılıklı, yoz düzlüklere ve zor koşullara sahip bölgeleriydi. Dağlarda ise hiçbir Adığe ve Abaza barındırılmadı.
Batıda yaşayanlardan isteyenlere "bu bölgelere göç edebilirsiniz" dendi. Ama 2 milyon gibi kocaman bir nüfus en çok 100 bin kişi kapasiteli bir yere sığamazdı. Yetersiz bir yerdi. Amaç nüfusu ölmeye ya da Türkiye’ye göçe zorlamaktı. Kuban ve Laba ırmakları solundaki düzlüklere yerleşenleri de parçalara ayırıp, küçük adacıklar içine hapsettiler. Etrafları Kazak stanitsaları, silâhlı Kazak yerleşimleriyle çevrildi. Eşitsizlik yaratıldı, Kazak ailesine 330 dönüm toprak verilirken, kalabalık Çerkes ailesine azami 70 dönüm arazi verildi. Bu da Çerkesleri Kazakların yarıcıları, kiracıları konumuna düşürdü.
Baskılar azalmadı, bu da ikinci bir dış göçler sürecini beraberinde getirdi. 100 bin nüfus 1880’de 60 bine, 1897 yılında da 40 bine düştü. Oysa, bu son göç süreci yaşanmasaydı bu 100 bin nüfus 1897’de 250 bin, bugün için de 200 bin yerine 1 milyon üzeri olabilirdi.
Çerkesler, sürgün gidip yerleştikleri yeni yurtlarında, diasporada ise, kalış süreci uzadıkça, değişmeye, dağılmaya, kendi özlerini yavaş yavaş yitirmeye başlamışlardı. Çünkü kültürel özgürlükleri ellerinden alınmıştı.
Tabii değişme süreci salt Çerkeslerde yaşanmadı, gittikleri yerleri de değiştirip dönüştürdüler.
Acılı bir süreç de olsa farklı özlerin, teri terine, kanı kanına karıştı.
Yine de önemli bir nüfus, anayurt özlemini unutmadı ve içlerinde yaşattılar. Yaşatmaya devam ediyorlar.
Dönüş özlemi, anayurt sevgisi, Çerkesler'in de ideolojik yapılarını etkiledi.
Hiçbir şey eskisi gibi değilse de, geçmişten yalıtılmış da değildir.
Çerkesler de, Ruslar da mutlaka çok değiştiler. Anayurt ve diaspora Çerkesler'i de.
Bugün geçmişte olanların yenilenmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Olmasına engel olmanın yolları da tümüyle kapalı değildir.
Bugün dünyanın farklı ülkelerinde giderek kitleselleşen bir Çerkes muhalefeti ses vermektedir.
Kitleler, anayurtlarına duydukları özlemi, politik bir kalıba dökmeye başlamışlardır. En büyük Çerkes diasporasına sahip Türkiye'nin bu tür gelişmelere sessiz kalması beklenmemelidir.
Abraham Lincoln, 28 yaşında genç bir avukatken bir konuşmasında şöyle demiş:
"Tehlikenin yaklaştığı nasıl belli olur? Yanıtını vereyim: Tehlike gelecekse içimizden gelecektir, dışarıdan gelemez. Kaderimizde yıkılma varsa bunu yapan biz olacağız. Özgür insanların oluşturduğu bir ulus olarak ya hep yaşayacağız, yahut da intihar ederek öleceğiz".
Lincoln, yüz elli yıl öncesinden geleceği düşünerek, bir toplumun yok oluşunun içeriden geleceğini doğru tahmin etmişti.
Lincoln'ın ölümünden yüz elli yıl sonra biz de kendi kendimize şu soruyu soralım:
"Biz Çerkesler; ulusal bir varlık olarak yaşamayı hak ediyor muyuz?
Yoksa sessizce intihara doğru mu sürükleniyoruz?"
Çünkü bir ulus, kendisi istemediği, arzulamadığı ve içeriden çürümediği sürece, parçalanıp yok olamaz.
Tüm Tek Tanrılı inançların öğretilerine göre, ruh bedenden ayrılınca ölüm gerçekleşir ve bedensel parçalanma süreci başlar.
Bu uluslar için de aynen böyledir.
Yurtseverlik bir ulusun ruhudur.
Ulusu canlı, dinamik, ayakta tutan, paslanmaz kılan odur.
Yurtseverlik bir ulusun vicdanından sökülüp atıldığında, ulusun mensupları kendi halkına sevgisini, saygısını ve sadakatini kaybettiğinde, ulus parçalanır ve yok oluş süreçlerine girer.
Yurtseverlik; 1930'ların Avrupa'sında gördüğümüz gibi ulusa tapınç olayı, baskı ve şiddetseverlik değildir.
Yurtseverlik; aşağılık, üstünlük kompleksleri ile hareket etmek, başka ulusları küçümsemek ve hükmü altına almaya çalışmak anlamına gelmez.
Yurtseverlik; insanın, ülkesine, toprağına, halkına, özgürlüğüne, geçmişine, kahramanlarına, edebiyatına, diline, kültürüne, gelenek ve göreneklerine duyduğu saf idealistik bir sevgidir.
Fransız tarihçi ve düşünür Ernest Renan ulusu şöyle tanımlar:
"Ulus yaşayan bir ruhtur. Bu ruh iki şeyden oluşur. Geçmiş ve gelecek .
Biri zengin anılardan oluşan mirasın paylaşımı, diğeri de birlikte yaşama arzusu ve bu mirasın değerince korunması için gösterilen iradedir.
Birey gibi ulus da geçmişteki savaşların, fedakarlıkların ve bağlılıkların bir sonucudur. Bunları gelecekte de yapma kararlılığı, ulus olmanın ön koşuludur.
Ortak çıkarlar doğal olarak insanlar arasında güçlü bir bağdır. Fakat bir ulus meydana getirmeye yeter mi? Hayır.
Yurttaşlığın duygusal bir yönü vardır. Hem vücut, hem ruhtur."
Sadece finansal bir güç ile ulus yaratılamaz.
Sadece kaba kuvvet ile bir orduya dayanarak da.
Sadece anayasa ile de.
Sistem, sadece, bir ulusal varlığı ortaya koymaya yetmez. Mutlaka teknik olarak ulusal birlik bağlarını güçlendirir, güçlendirecektir.
Ulus sadece adıyla, varlık hakkı kazanamaz.
Fakat ulus adıyla, anayasasıyla, finansal gücüyle, sistemiyle ve daha başka birçok organı ve işlevi ile ortaya çıkar.
En önemlisi; Ulus olabilmenin yegâne koşulları, ulusal ruh, var olma arzusu, aynı amaç etrafında toplanma, bir arada yaşama ve birbirine tutunma isteğidir.
Anayasa, yurttaşlarının yüreğinde başlar. Yurtseverlerin yüreğinde atmaya başlar.
Eğer bir ülke, bir ulusun doğum belgesi, nüfus kaydı gibi algılanıyorsa, ülke ile ulus adı özdeşleşmiş ise, ulusal varlığını, uluslar arası arenada hissettiriyorsa gerçekte vardır.
Hangi alt - etnik (kabile, boy vb.) kökenden gelirse gelsinler, hangi inanışa sahip olursa olsunlar, bir ulus oldukları konusunda ısrarcı ve istikrarlı bir çizgide yürüyorlarsa, çevresinde böyle bir kanaat oluşturuyorlarsa, ulus da olmuşlar demektir.
O ulus, bugün için tutsak da olsa, sömürge de olsa, dağıtılmış da olsa, kendini ulus gibi hisseden her halka, net olarak ulus demekteyiz.
Ulusun en önemli işlevlerinden biri toplu hareket edebilme kapasitesidir. Birey ve grupların, olaylar ve olgular karşısında birbirine benzer tepkiler verebilmesidir.
Nasıl, bedenin her hangi bir yerine iğne batırıldığında, bütün beden o acıyı hisseder ve tepki gösterir, işte öylesine etki-tepki, algı ve süreçlerini kendinde toplayabilen halk topluluklarına ulus diyoruz.
O ulus, binbir parçaya dahi ayrılsa, dünyanın farklı yerlerinde olmalarına rağmen, birbirine paralel davranırlar.
Bir ulus gibi davranabilmek için daha çok iletişime geçmek zorundayız, daha kapsayıcı olmak.
Dünyanın her yerindeki Çerkesler bir ulus gibi hareket edebilmek için, aynı inanç, kanaat, ideal etrafında birleşmelidir.
Elinden hiç bir şey gelmeyenin bile, dilinden gelen bir şeyler vardır.
Kalabalık,azgın bir çakal sürüsünün işgal rahatlığıyla ve değer bilmezliğiyle konuştuğunu zanneden insana da ; maçan yiyorsa Çin'e,Rus'a yada Kaçıp geldiğin Tiyanşan dağlarına dön de kendi yerinde ulumaya çalış beyimm,,,derler.
27 Mayıs 2015 Çarşamba Saat 23:08Sayın Semih Bey,
Eve dönüş zamanı geldi deyip döne döne ancak Türkiye'ye dönenler asıl nasıl utanmadan vatan edebiyatı yapıyorlar anlamak mümkün değil.Hadi onu geçtik diyelim,eğer dini bir cemaat söz konusu olsaydı şeyhlerine gözü kapalı biat edip uçtuğuna inanacak olan bir grubun üyeleri,tarikat liderlerine o kadar bağlılarki inanın bana onlar asla ciddiye alınacak insanlar değiller.Bu menzil zavallısıda onlardan biri.Kendiside herhalde kesin dönüşünü Türkiyeye yapar,vatan edebiyatına rağmen.Menzil denen canlının bir kula faydası yoktur,kendine bile faydası yoktur,çıkmış burada provokatörlük yapıyor.Saygılarımla.
Menzil bey/ bayan, adınız yok sizin!
Madem bir görüşünüz var, ki saygı duyarım, ama sizin ulusunuz ve toprağınız için ne yaptığınızı görmek ve bilmek isterim.
Benim adım, yerim, görüşüm, her şey ortada.
Kuşkusuz toprağım da, iklimim de olmadığım da ortada haklısınız.
Fakat milyonlarca Çerkes acaba niye toprağın da ve iklimin de yaşamıyor?
Onbinlerce Suriyeli Çerkes neden anayurtlarına geri dönemedi?
Neden Çerkes aydınları yurtlarına özgürce giremiyor?
Düşüncelerinden ve bir yürüyüş yapmaktan kafası gözü patlatılan Çerkesler niye bu tür kavuşturmaya uğradılar?
Bu sayfalardan yıllardır Çerkes aydınları barışçıl girişimlerini sürdürüyorlar.
RF. tek bir olumlu adımı ne zaman, nerede attı da, biz duymadık!
Önce yüzündeki maskeyi sıyır da ondan sonra başkalarına çamur at Menzil.
Yoksa attığın çamur, değil duvara, önüne dahi düşmez, düşemez.