Son zamanlarda Rusya’nın “politikacı ve aynı zamanda hukukçuları”, peşi sıra açıklamalarla, Çerkes Soykırımı ve Sürgünü’nü inkar etmekte ve bu inkarı, kendi bakış açıları çerçevesinde güya “bilimsel temelde” gerekçelendirmektedirler.
Öncelikle şunun bilinmesi lazımdır ki, Çerkes Soykırımı sebebiyle herhangi bir kişinin ya da devletin yargılanması ve mahkum edilmesi hukuken söz konusu değildir. Kişiler cezalandırılamaz, çünkü çoktan ölüp gitmişlerdir, devletlerin kendisi de cezalandırılamaz, çünkü uluslararası anlaşmalar devletlerin değil, sadece soykırım suçunu işleyen gerçek kişilerin cezalandırılmasını öngörmektedir.
Bu nedenle, Çerkes Soykırımı ve hukuk eksenindeki tartışmaların çoğu, hukuk argümanlarının kullanıldığı siyasal tartışmalardır. Bu siyasal tartışmalarda, hukuksal argumanları da yerli yerinde kullanmak ve savunmaları cevaplandırmak gereklidir.
Rusya’da bazı çevreler tarafından mesela şöyle bir savunma ileri sürülmektedir; “Çerkeslere karşı ‘Rus İmparatorluğu’ döneminde yürütülen yok etme faaliyetlerinden Rusya Federasyonu sorumlu değildir, çünkü Rus İmparatorluğu yıkılarak ortadan kalkmış ve yerine peşi sıra yeni devletler kurulmuştur. Günümüz Rusya Federasyonu, Rus İmparatorluğu döneminde gerçekleşmiş olaylardan sorumlu tutulamaz. Dolayısıyla Çerkeslerin muhatapları yoktur.”
Rusya Federasyonu’nun çeşitli “bilim organları”, bu organlarda görev alan “bilim adamları”, bu kadar gayrı ciddi bir gerekçe üretmek için çok çalışmışlar mıdır, bunu bilemiyoruz, fakat böyle bir gerekçe, hayatının herhangi bir döneminde hukuk ile ilgili ufak okumalar yapmış olan insanların bile yüzlerinde müstehzi bir gülümsemeye yol açmaktadır.
Yine Rusya’da bazı çevrelerin ileri sürdüğü, ilk bakışta haklı gözükebilecek ve aldatıcı olabilecek diğer savunma ise “hukukun geriye yürümezliği prensibi” gerekçesidir. Bu prensibe göre, hukuk, kural olarak, geçmişe etkili olacak şekilde uygulanamaz.
Soykırım teriminin kullanıldığı ilk önemli düzenleme, 206 sayılı B.M. Genel Kurul kararı doğrultusunda ortaya çıkan, 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (Soykırım Sözleşmesi)’dir.
1948 yılından önce “soykırım” bir terim olarak hukuk alanında kulanılmamış ve kavramsal olarak tanımlanmamıştır.
Rus “hukukçu ve aynı zamanda politikacı bilim adamları” ise bundan hareket ederek şu inkar gerekçesini üretmektedirler; “Soykırım, 1948 yılında hukuk alanında ortaya çıktığına göre, 1948 yılından daha evvel, özellikle 1864 ve öncesinde ve sonrasında gerçekleşen olayların hukuken soykırım olarak nitelendirilmesi mümkün değildir”.
Herhangi bir olayın farklı zaman dilimlerinde farklı isimlendirilmesi, o olayın niteliğini değiştirmemektedir. Olay, Rus İmparatorluğu’nun Çerkes Milleti’nin büyük bir kısmını topluca imha etmesidir. Bu olayın 18. yüzyılda, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılda farklı şekillerde adlandırılması, söz konusu olayı ortadan kaldırmadığı gibi değiştirmemektedir.
Eğer “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” dan bahsedilmekte ise, hukukun geriye yürümesi mümkündür. Biz bunu, ilginçtir ki, Sovyet (Rus) yargıçlarının da görev aldığı Nurnberg yargılamalarında çok açık bir şekilde görmekteyiz.
Nazi Almanyası yetkililerinin yargılandığı Nurnberg Mahkemeleri’nde, Nazi yetkililer, gerçekleştirdikleri eylemlerin, Nazi Almanyası kanunlarına göre suç olmadığını, 1945 tarihli Londra Antlaşması Eki Statü’nün 6. maddesi ile “Barışa Karşı İşlenen Suçlar”, “Savaş Suçları” ve “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” olmak üzere yaratılan üç suç kategorisinin, 1945 yılından önceki eylemler açısından geçerli olamayacağını, hukukun geriye yürütülemeyeceğini savunmuşlardı.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Çerkes Soykırımı açısından haliyle herhangi bir suçlunun cezalandırılması söz konusu değildir, çünkü bu filleri işleyenler çoktan ölüp gitmişlerdir. Amaç, Rus İmparatorluğu’nun Çerkeslere karşı uyguladığı toplu imhanın, günümüz hukuk kuralları çerçevesi içerisinde, sadece “soykırım” terimi ile karşılanabileceğini anlatmaktır. Cezanın şahsiliği ilkesi nedeniyle gerçekten söylendiği gibi, Çerkes soykırımını icra eden kişiler ortada olmadığı için onlara örneğin Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü gereği bir ceza uygulanması söz konusu olamaz. Ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde devletlerin bizatihi yargılanması ve cezalandırılması da söz konusu değildir. Bu basit hukuk kuralı bile Rusya’da bazı çevreler tarafından, Çerkes Soykırımı’nın hukuki alt yapısını karikatürize etmek amacıyla kullanılmakta ve “ölüp gidenler hukuken cezalandırılamaz, ne kadar saçma” mealinde savunmalar ortaya atılmaktadır.
Yeniden konuya dönecek olursak,1945 tarihli Londra Antlaşması ile kurulan Uluslararası (Askeri) Ceza Mahkemesi, Nazi dönemi yetkilisi olan sanıkların, hukukun geriye yürümeyeceği şeklindeki savunmalarını kabul etmemiştir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne göre: “ Konvansiyon’da, (Hague 1907) konvansiyonun, zaten varolduğu için onaylanan genel savaş hukuku ve teamüllerinin gözden geçirilmesi için bir girişim olduğu açık bir şekilde ifade edilmiştir".
“Uluslararası teamüller”in yazılı hale getirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan 1899 ve 1907 tarihli “La Haye” sözleşmelerinde, sivillere karşı yasaklanmış askeri hareketler bulunmaktadır. Söz konusu yasaklanmış askeri hareketler, 1899 ve 1907 tarihli La Haye sözleşmelerinden önce de bir “uluslararası teamül” olarak, uluslararası hukukta yerini almaktaydı, yani her devlet uluslararası hukukta yazılı hale gelmese bile uluslararası kabul görmüş savaş yasaklarını bilmekte ve uygulamak zorunluluğu altında idi. Ayrıca her devlet, kendisini bağlayan bir askeri hukuka da sahipti. Dolayısıyla “soykırım” ın bir terim olarak 1948 yılında ortaya çıkmış olması, bu tarihten önce gerçekleşen ve nitelik olarak soykırım tanımına uyan yasaklanmış askeri fillerin icra edilmesinin, çağdaş hukuk temelinde, soykırım olarak tanımlanmasına engel değildir.
1945 tarihli Londra Antlaşması Eki Statü’nün 6. maddesi, Barışa Karşı İşlenen Suçlar, Savaş Suçları, İnsanlığa karşı İşlenen Suçlar olmak üzere düzenlenen üç suç kategorisinin, Hague Konvansiyonu ve 1929 tarihli Cenevre Konvansiyonu tarafından, isimlendirmeler farklı olsa bile, zaten açıklanmış olduğu, Nurnberg yargılamalarında ifade edilmiştir.
1907 tarihli La Haye (Hague) sözleşmesinin belli başlı ilgili hükümleri şunlardır;
23. maddeye göre :
“Özel sözleşmelerle tespit edilmiş yasaklardan başka, bilhassa şu fiiller yasaklanmıştır.
a) Zehir ve zehirli silâhlar kullanmak,
b) Düşman ordusuna veya milletine ait şahısları ihanetle öldürmek veya yaralamak,
c) Silahları indirerek yahut artık kendine savunma vasıtalarına malik olmayarak şartsız iradeye teslim olmuş bir düşmanı öldürmek veya yaralamak,
d) Mağluplara, canlarını bağışlamayacağını beyan etmek,
e) Fazla acı vermeğe mahsus silâh, mermi ve maddeleri kullanmak,
g) Harp ihtiyaçlarının önemle istediği tahrip ve müsadere halleri müstesna, düşman mallarını tahrip ve müsadere etmek,
h) Hasım Devlet vatandaşlarının dava ve haklarının bir zaman için yasak edildiğini, zaman aşımına uğradığını ve mahkeme tarafından bakılamayacağını beyan etmek.
25. maddeye göre : “Savunulmamış şehirler, kasabalar, ikâmete mahsus evler yahut binalara hangi vasıtayla olursa olsun, hücum veya bunları bombardıman etmek yasaktır.”
28. maddeye göre : “Hücumla bile alınmış olsa bir şehir veya yerin yağma edilmesi yasaktır.”
50. maddeye göre : “Halkların müteselsilen mesul oldukları kabul edilemeyecek şahsi olaylar sebebiyle halklara hiç bir malî veya diğer mahiyette toplu ceza verilemeyecektir.”
Yine Nurnberg yargılamalarında Nazi yetkililer tarafından, 1907 tarihli Hague Sözleşmesi’nin 2. maddesinde yer alan ; “ Madde 1'de göz önünde tutulmuş Yönetmelikte ve işbu Sözleşmede muhtevi hükümler, ancak Akit Devletler arasında ve sadece eğer muhariplerin hepsi Sözleşmede taraf iseler, uygulanacaklardır.”
hükmü gereği Hague Konvansiyonu’nun uygulanamayacağını iddia etmişlerdi, çünkü İkinci Dünya Savaşı’nda taraf olan bazı devletler, 1907 tarihli Hague Sözleşmesi’nin imzacısı durumunda değillerdi. Fakat Mahkemeye göre, 1907 tarihli Hague Sözleşmesi’nin imzalandığı tarihte zaten uluslararası hukukta söz konusu kurallar mevcut idi. Hague sözleşmesinde yer alan kurallar bütün medeni milletler tarafından kabul görmüştü ve uluslararası teamül olarak uygulanmaktaydı. Dolayısıyla zaten bilinen ve uygulanan kuralların, 1907 tarihli Hague Sözleşmesi’ne üye olmayan devletler için dahi bağlayıcı olduğunun kabulü gereklidir.
Nurnberg yargılamalarında, Nazi yetkililer tarafından geçmişe dönük yargılama yapıldığı savunmasını, üstelik haklı gerekçelerle boşa çıkaran Sovyetler Birliği’nin kanuni halefi Rusya, bugün kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda hukukun geriye yürümezliği ilkesine sığınmaya kalkmaktadır. Nurnberg mahkemelerinde, Sovyetler Birliği’nden Iona Nikitchenko ve Alexander Volchkov asıl ve yedek hakim olarak, Roman Andreyevich Rudenko ise savcı olarak görev almışlar ve yukarıda bahsedilen “hukukun geriye yürüyemeyeceği” savunmasını çürütmüşlerdi.
Soldan Birinci: Alexander Volchkov, Ortadaki; Iona Nikitchenko
Roman Rudenko
Yine Rusya Federasyonu, 14 Nisan 1995 tarihinde, Batı Ermenistan Bölgesi’ndeki Ermenilerin, 1915 yılından 1922 yılına kadar kadar yok edilmesini, 9 Aralık 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme ve 26 Kasım 1968 tarihli Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Zamanaşımının Uygulanmaması Hakkında Sözleşme gereği soykırım olarak kabul etmiştir (http://www.cherkessia.net/news_detail.php?id=6074).
Yani, 1915 yılından 1922 yılına kadar gerçekleşen fiilleri, 1948 tarihli ve 1968 tarihli uluslararası sözleşmelere göre soykırım olarak kabul etmektedir. Çerkeslere gelince 1864 ve öncesindeki olayların, 1948 tarihli anlaşmanın geriye doğru işletilerek, soykırım olarak kabul edilmesinin hukuken mümkün olmadığını savunan Rusya Federasyonu, Ermeni Soykırımı ile ilgili olarak 1948 ve 1968 tarihli anlaşmaları geriye yürüterek 1915-1922 arasında gerçekleşen olayları hukuken soykırım olarak kabul etmiştir.
Soykırım, 9 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen, 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinde şu şekilde tanımlanmıştır:
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek”
17 Temmuz 1998 tarihli Roma Statüsü’nün 6. maddesinde soykırım şöyle tanımlanmıştır;
“Bu tüzüğün amaçları bakımından ‘soykırım’, ulusal, etnik, ırki ya da dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla gerçekleştirilen aşağıdaki eylemleri
kapsamaktadır:
(a) grup üyelerini öldürmek;
(b) grup üyelerine ciddi bedensel ya da ussal zarar vermek;
(c) fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla, grubu ağır yaşam koşullarına maruz bırakmak;
(d) grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirler koymak;
(e) grup içindeki çocukları zorla bir başka yere nakletmek.
Yukarıda yer alan “...ulusal, etnik, ırki ya da dini bir grubun…” tanımından da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de bazı çevrelerin ısrarla kullandığı “Kafkas Soykırımı” ve benzeri terimler, “Çerkes Soykırımı” nın hukuksal alt yapısını sulandırmakta ve karikatürize etmektedir. Akraba, eş, dost, akordiyon, oyun, dans, folklor, adet vs yakınlıklarından dolayı ve pek moda olan “diğerlerini ötekileştirmeme” gibi kavramlara sığınarak (ki en masum gerekçelerdir) Çerkeslerin diğer Kafkas Halkları’na “soykırım ikramı” nda bulunması asla kabul edilemez. Özellikle Türkiye’de yaşayan diğer bazı Kafkas Halklarının, iştahlı bir şekilde Çerkes Soykırımı’na mağdur sıfatıyla paydaş olmaya çalışmasının, Çerkeslere hiç bir faydası yoktur, bilakis zararı vardır.
“Balkan Soykırımı”, “Anadolu Soykırımı” gibi ifadeler nasıl anlamsız ve içeriksizse ve soykırımın niteliği ile bağdaşmıyorsa “Kafkas Soykırımı” ifadesi de anlamsız ve içeriksizdir, soykırım söylemini doğrudan sakatlamaktadır. “Kafkas Soykırımı” ifadesini kullandığınız hiç bir tartışmadan galip çıkma imkanınız yoktur.
Soykırım da dahil olmak üzere, Çerkes Milleti ile ilgili diğer bir çok konuda, daima Çerkes Milleti aleyhine bir durum yaratan “Kafkasyacılık” geleneğinin damarlarından bir tanesi de şu olsa gerek: “Şimali Kafkasya Cemiyeti, İttihat ve Terakki’nin bilhassa Enver Paşa’nın maddi yardımlarını göregelmekte idi. Bu nedenle cemiyet tarafından üye kaydında çok gizli davranılmakta ve üyeleri de İttihat ve Terakki’nin güvendiği kimselerden oluşmakta idi. Bu cemiyet özgül olarak Türkiye’de Kafkasya siyasetinin başvurulacak yeri idi. Ulusal bir amacı yoktu. Varsa da ikinci derecede kalıyordu. Enver ve Talat Paşaların emri altında idi. Bu iki paşadan birinin İslamcı diğerinin Millici olduğuna göre, Kafkasya Cemiyeti her iki amacı birleştiriyordu galiba.” (Mustafa Butbay,Kafkasya Hatıraları,2007,2. sayfa)
Tabi “”Kafkas” söylemine sahip olanlar her nedense bu tür gerçeklerin açıklanması karşısında saldırıya geçerek; “toplumumuzu bölüyorsunuz, dinamitliyorsunuz, ayrıştırıyorsunuz, ötekileştiriyorsunuz“ gibi ve hatta “ırkçılık yapıyorsunuz” gibi anlamsız karşılıklar yaratmaktadırlar. Konuyla ilgisiz bu tür suçlamalar, esas tartışma konusu ile ilgisi bulunmayan ve sadece olsa olsa “argumentum ad hominem” olarak tabir edilen safsatalardır.
Rusya Federasyonu tarafından üretilen, soykırımın 1948 yılında uluslararası hukuk tarafından kabul edildiği ve bu nedenle hukukun geriye dönük uygulanamayacağı, yani 1864 öncesinde ve sonrasında Çerkesler karşı gerçekleştirilen toplu imha hareketlerinin, 1948 yılından önce gerçekleştiği için soykırım sayılamayacağı şeklindeki yanıltıcı propaganda malzemesi, ne yazık ki yine bizzat Çerkesler tarafından, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gerek Çerkes kamuoyuna ve gerek Çerkes Diasporasının bulunduğu ülkelerin kamuoylarına sunulmaktadır. Muhatabımızın savunmalarını biz Çerkeslerin dile getirmesi nasıl izah edilebilir ?
Başkaları tarafından, biz Çerkesler için üretilen o kadar çok masal var ki, hepsini “Andersen’den Masallar” dinler gibi dinlemekteyiz.
Abi bilgilendirici yazınız için çok teşekkür ederim.Fakat bir konu konusunda bilgi daha isteyebilir miyim sizden. Kubanın kuzeyinde ve güneydoğusunda Kabardeylere uygulanan ilk Çerkes soykırımı hakkında da bilgi verebilirmisiniz? 1864 de Çerkesyanın batısında daha çok kıyılarda uygulanan bir vahşetten sözediyoruz. Ama bu konuda aydınlığa kavuşturmalı. Don ırmağına ve Urallara kadar bir Çerkesya vardı. Kuzeydeki Çerkes toplumu nasıl tarihten silindi? Sonra Kabardey ormanlarına vebalı sincaplar bırakan Rus savaş makinası ve devlet aygıtı burada olanlardan sorumlu değilmiydi? Bence bu konular biraz unutuluyor gibi, ne dersin abi?
16 Mayıs 2014 Cuma Saat 12:51Harika olmuş Muratcığım.
Beklediğim yazı, beklediğim kişiden gelmiş oldu.
Umarım bu yazıyı işin teknik detayları ile neler yapılacağına dair önermeler de izler.
Ellerine gözlerine sağlık!
Gözü kara bir yazı. Yalın kılıç düşmanın ortasına dalar gibi.
Sersem ve sarsak beyinlerin emirlerini dinleyen Çerkes gençliğinin gerçekleri artık görmesi dileğiyle.
Aklınıza yüreğinize sağlık.