XIX. yüzyılda Çerkeslerin vatanlarında oluşturabildikleri kentler, şehirler yoktu. Karadeniz sahilinde Çerkesya’nın ihracatının-ithalatının gerçekleştirildiği liman kentleride Çerkes nüfus barındırmalarına rağmen devamlı süren savaşlar nedeniyle Çerkesya’nın ilk işgal edilen bölgeleri olmaktaydı.
Kuban nehrinin Kuzeyinden Don nehrine kadar olan geniş arazilerin, Moğol-Tatar-Nogay- Slavyan saldırıları ile yakılıp yıkılması ardından gelen Rus işgali ile tamamen Çerkessizleşmeleri bir kaç yüzyıldan daha uzun süren Kuban nehrinin güneyine olan göçler bölgenin tüm ekonomik yapısını alt üst etmişti. Güneyde ki dağlık arazilerin nüfusları artmakla birlikte burada yaşayan Adıge boylarının gelen bu göç dalgası ile yapıları daha bir karmaşıklaşmış kendini geliştirme yetileri yeni bir mecraya yol almağa başlamıştı.
Günümüzde bile bu oluşumların etkilerini hissetmemiz mümkün. Kuzey’den gelen sülalelerin mensupları hemen hemen tamamı kendi boylarından başka boylara karışmışlardı. Artık bazı sülaleler hemen hemen her boyda varlardı.
Dağlık arazi ile Pşıj nehrinin arasında kalan arazi ise özellikle XIX. yüzyılda hem Çerkes hemde işgalci ordularının devamlı olarak geçtiği arazilerdi. Bölge yaşayanları yaşadıkları toprakların savunma güçlüğü nedeniyle zaman zaman tarafsızlıklarını korumağa çalışırken zaman zamanda taraf olmak zorunda kalıyorlardı. Şehirleşmeleri de bu yüzden mümkün olamadı.
Kolonyalist Rus yerleşim alanları ise Kuban ve Labe nehri ötesinde kurulan kaleler etrafında şekilleniyordu. Çerkesya’da şehirleşme bu bölgede Rus ordularınca oluşturuluyordu.
Kıyı boyunda ise, sahil devamlı ihracat ve ithalatımızın olduğu bölge olması hasebiyle işgalci orduların donanmaları tarafından hiç durmadan tehdit ediliyor olmasına rağmen savaşların sonuna kadar terk edilmemekle birlikte kentleşme anlamında başarıya ulaşamamıştı.
Kısaca XIX. Yüzyıl Çerkesyası daralan sınırları içerisinde toplanmış göçmen nüfusunun ve devamlı süren savaşların neticesinde ekonomik olarak gelişememiş ve şehirleşme anlamında da başarıya ulaşamamıştı.
Şehirlileşememizin incelenebilecek daha pek çok sebebi olmasına rağmen temeldeki yapı bundan ibaretti.
***
Sürgün’ün ardından Osmanlı topraklarına dağılan Çerkesler içerisinde çok az bir kısmı şehirlere yerleşmişti. Büyük çoğunluk ise, hatta tamamına yakını, köyler kurmuşlardı.
Osmanlı imparatorluğunda yerleşik olan diğer tüm unsurların şehirli bir kitlesi vardı. Türk, Kürt, Arap, Boşnak vb. her halkın yoğun yaşadığı (bunda kendi topraklarında yaşıyor olmalarının da etkisi yüksek) kentler vardı. Mesela bir şehir için Arap şehri, Kürt şehri vs. demek mümkündü.
Çerkesler Osmanlı coğrafyasında dağıtıldılar. Bunun ne kadar kasıtlı olup olmadığı ise ciddi bir araştırma konusu. Sayıca milyonu aşan nüfusu, Osmanlının bir bölgeye yerleştirmesi pratikte mümkün değildi. Çerkeslerin bir bölgede oturtulabilmesi için o bölge halkının yerinden sürülmesi boşaltılması gerekirdi. Ayrıca Osmanlı’nında kendisine Çerkesleri dağıtmadan iskan etmek gibi bir misyon biçtiğini de söylemek zor olsa gerek.
Sürgün ve iskan neticesinde Türkiye ye dağılan (dağıtılan) Çerkesler (Adıgeler) şehirlileşemediler.
***
Rus çarlığında Çerkeslerin şehirlileşmeleri, şehirler oluşturmaları dünyanın diğer bölgelerine göre oldukça farklı bir yol izledi. 1864 ardından Kafkasya’daki Rus nüfus ve etkisine sahip şehirleşme, savaşlar esnasında kurulan askeri kaleler ve karakollar etrafında gerçekleşmeğe başladı. Bazı bölgelerde mesela Çeçenistanda Grozni ve Kuzey batı Kafkasya’da Maykop kentleri petrol hammaddesinin bulunması ardından daha yoğun olarak geliştiler.
Rusya XIX yüzyıl sonlarına kadar köleci bir devlet niteliği taşımaktaydı. Kölecilik anlayışı toprağa dayalı idi. 1865 yılında köleciliğin Çarlık yönetimi tarafından resmen kaldırılmış olduğunu görüyoruz. Fakat Rus çarlığının yüzyıllar boyu geliştirdiği devlet mekanizmasının temellerinden biri olan bu yapının izleri 21. yüzyılda bile önümüze çıkmakta.
İnsanların toprağa, bir bölgeye aidiyetlerini gösteren propiska (bir nevi kayıt) belgesi hala önemini korumakta. Günümüzde bile kayıtlı olduğunuz bölgeden başka bir bölgeye gittiğinizde kalabileceğiniz süre kısıtlı, bu süreyi aştığınızda bu bölgede kalma sebebinizi belgeleyemediğinizde takibata uğrayabilirsiniz.
Rus-Çerkes savaşları neticesinde vatanda kalabilen az sayıdaki Adıge’nin 146 yıl içerisinde Rusya genelinde yok olmadan kalabilmelerinde ne yazık ki dünya standartlarına göre kişi özgürlüklerinden birisini sınırlayan bu uygulamanın iyi etkileri olmuştur.
Köylülükten şehirliliğe geçiş dönemi Rusya’da Çerkeslerin köylerinin artık şehir denilecek şekilde büyümeleri ile oluşmuştur. Sovyet döneminde köylerin birleştirilerek kolhozların oluşturulması vs. hep şehirleşme yolunda Çerkeslerin kendi topraklarından nüfuslarından kopmadan geliştirmek zorunda kaldıkları şeyler olmuştu.
Kısaca Çerkesya’da Çerkeslerin şehirlileşmeleri kendi bölgelerinde kendilerinin yaşadıkları şehircikler, şehirler oluşması vasıtasıyla gerçekleşti.
SSCB katıldığı savaşlar, iç savaşlar, politik muhaliflerin ve onların sempatizanlarının ve hatta sempatizan olma ihtimali olanların bile yok edilmesi ile büyük bir nüfussuzluk problemi ile karşı karşıya kaldı. Batı dünyasında olduğu gibi ekonominin yön gösterdiği merkezlerde şehirleşmenin gerçekleşmesine müsaade edilmedi. Toprağa bağlı kölecilik döneminden kalma uygulama ile kişilerin seyahat özgürlüğünün propiska ile engellenmesi ortadan kaldırılmadı. Bunda uzak bölgelerin nüfussuzlaşmasının önüne geçme kaygılarının da var olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
SSCB’nin dağılması ardından ortaya çıkan RF’nda da nüfussuzluk problemi nedeniyle bu sorunun üzerine gidilmiyor. Çünkü Propiska uygulamasının kaldırılması demek tüm Rus nüfusunun kontrolsüz bir şekilde büyük kentlere akması demek. Bu ise ülkenin uzak coğrafyalarının tamamen boşalması anlamına da geliyor.
***
Türkiye’de Çerkeslerin şehirlileşmesi ise ilk başlangıcında iki koldan yürüdü. Kentlere doluşmağa başlayan işçi akımı ile olan kolu ve eğitim öğretim kurumlarından geçerek şehirlileşme yolunda daha ön kulvardan başlama çabasında olan öğrenci akımı ile.
Artık tekrarlamamıza bile gerek olmayan, ihtiyaçların insanı şekillendirmesi teoremlerine göre insan önce karnını doyurmak ister. Çerkes köylülerinin karnını doyurmak kaygısı şehirlere akışlarındaki temel sebepti. Şehirlerde kültürlerini korumak, asimile olmamak kaygısından önce gelen geçim kaygısı onların Çerkes örgütlenmeleri oluşturulması yolunda ilerlemelerinin gecikmesine sebep oldu.
Şehirlerde Çerkes örgütlenmeleri ikinci kolun, öğrencilerin yardımı ile gerçekleşti. Öğrenciler geçim kaygısında diğerlerine kıyasla daha öndeydiler. Okullarını bitirdiklerinde artık şehirlerin orta tabakası içerisinde yer alma ihtimalleri diğerlerine kıyasla daha ön plandaydı.
Şehirli olmayan ama şehir içerisinde geleceği oldukça belirgin olan bu kitle Çerkes örgütlenmelerini 60’lı yıllardan itibaren günümüzdeki haline gelene kadar besledi. Köy kültürünün şehir kültürüne uyumsuzluğu ve buna ilaveten farklı bir milletten olmaları da bu tip bir örgütlenmeğe sebebiyet verdi.
Diğer Türkiye halklarından en büyük farklılıkları kendilerini şehirde kucaklayan kendi uluslarının şehirlilerinin (burjuvalarının) hemen hemen hiç olmamasıydı. Örgütlerinin tüm harcamaları, tuttukları binaların kirasından, su, elektrik parasına kendileri tarafından temin edilmeliydi. Kapılar bu yüzden kendilerine az-buçuk benzeyen herkese açıktı. Derneklerde Gürcüsünden tutun bilmem nesine kadar her türlü Kafkas kökenlilere kapıların açılması söz konusuydu. Aynı zamanda türkiye’nin egemenleri tarafından desteklenen Türkiye’de yaşayan herkesten oluşan Türk anlayışının ülkede yaygın olarak birbirinden farklı kitleleri bir potada eritme politikasından da etkilenilmediğini söylemek zor olsa gerek. Dünyanın sosyalist blok karşıtı güçleri de Türkiye’nin böyle bir potada erittiği insanlarla SSCB sınırında bir bütün olarak var olmasından huzursuz olmuyorlardı. Günümüzde böylesi bir şeye ihtiyaç duymamaları da Türkiye’deki demokratikleşme hareketini tetikleyen unsurlardan birisi sayılamaz mı?
Dönemin derneklerinde yer alan Adıge harici, hatta kuzey Kafkasyalılar bile harici diğer Kafkasya kökenlilerin Türkiye’deki durumları (şehirleşme) anlamında bizden çok farklı değildi. Bu ve benzeri sebeplerden biraradalıkları temel bulmuştu.
Dönemin dergi ve yayınlarını takip ettiğimizde bu yapılanmanın gelişimini izleyebiliyoruz. Çıkartılan yayınlarda yazı yazmağa başlayan insanlar ilk önce kendi ulusları ile alakalı yazarken (Adıge, Abhaz ve hatta Gürcülere kadar uzanan yelpazede) sonraki sayılarda içine girdikleri yeni toplumsal yapılanmanın, kendi çıkmazları ile oluşturdukları yapılanmaların etkisi ile Kafkasya, Kuzey Kafkasya milleti gibi bir tanımlamaya doğru kaydıklarını görüyoruz. Bu eğilim 21. yüzyıl başlarına kadar bir kaç on yıl boyunca Türkiye’de sürdü gitti.
Tüm Kafkasyalıları kapsayan anlayışın Kuzey Kafkasyalıları kapsayan anlayışa dönüşmesi ise önceki dönemlerde şehirleşen Adıge, Abhaz vb. unsurların şehirlerde yoğunlaşması ile orantılı olarak değişmeğe başladı. Bu tarihlerde derneklerin kiralarını ödeyebilecek ekonomik güç şehirlileşmiş Adıge Abhaz vs. tarafından karşılanabiliyordu. Artık Gürcü, Azeri vb.lerine ihtiyaç yoktu.
Derneklerin kendi binalarına sahip olmağa başlamaları kurumsal bir birliktelik kurma çabaları da bu dönemde başlıyor. Artık şehirlileşmiş bir kitlenin (her ne kadar özünden oldukça yabancıllaşmağa başlamış olsa da) varlığından da söz etmemiz mümkün. Öğrencilerin okullarını bitirmesi ile atladıkları yeni sınıfın kaygıları ve istemleri ile şekillenen ortaya çıkan bu dönemin en çarpıcı özelliği Anadolu’nun diğer ufak kentlerinde de derneklerin bu kişilerce açılmasıdır.
İçinden çıktıkları toplumla aralarında yabancılaşma artık söz konusu olmağa başlamıştır. Kurdukları derneklerde tüm kuzey Kafkasyalıları toplamaları, dil ve kültürün yaşatılması için merkez olabilecek bu kurumlarda çarpık yapılaşmanın doruğuna doğru yol almaktadır. Toplumdan kopmağa başlamış olmasına rağmen bir nevi aydınlaşmağa başlayan şehirlilerin ihtiyaçlarını kendisi içinde ihtiyaç telakki eden bu kitle, derneklerde kendi aralarında anadillerini bilmelerine rağmen farklı farklı uluslardan oldukları için Türkçe iletişim kurarak, birbirleri ile evlenerek, kültürlerinin birbirlerine benzemeyen öğelerini kullanmayarak ve tüm bunlar neticesinde çok doğal bir şekilde içinde yaşadıkları hakim ulustan da etkilenerek yeni bir yapı ortaya çıkarttılar.
Dernek binalarının masrafları için hala dans gösterileri yapmağa ihtiyaç vardı, dernek binası inşaatı için bir kamyon kum on torba çimentomu lazım, hemen bir gösteri düzenlenmeliydi, seyirci ne kadar çok olursa o kadar iyi olurdu. Daha iyi dans, daha çok seyirci, daha iyi dans için bir araya gelen yeni gençlik, daha çok dans, daha çok seyirci, daha kalabalık folklor ekibi ve kısır döngü artık kemikleşmeğe başlamıştı.
Bu yapıdan çıkıp kentlileşenler ve çocukları yeni derneklerin yeni hakimleri idi. Çerkeslik anlayışları da artık iyice farklılaşmağa başlamıştı.
Köylüler ve şehirlerde yerleşen yeni işçiler ise yavaş yavaş Türkiye’nin de ekonomik gelişmesi ile orantılı olarak birincil ihtiyaçlar arasından ekmeği çıkartmağa başladılar. Asimilasyonun etkileri ise üzerlerinde oldukça ağır bir iz bırakmağa başlamıştı. Çocuklar Çerkeslikten, Abazalıktan vs uzaklaşıyorlardı. İşte günümüzdeki Türkiye süreci bence bu aşamada.
Taban ise Türkiye devletinin uygulamaları ve bizim kurumsallaşmış (ne yazık ki tek yapımız olan) çok uluslu dernek yapılanmalarının muğlak fikirlerinin de etkisi ile oldukça asimile olmuş olsa bile kendi farklılığını devam ettirmekte. Aynı zamanda artık ekonomik olarak daha da güçlü bir konumda fakat bundan tamamen gelişmiş bir ekonomik yapının oluştuğu sonucuna da varamıyoruz.
Dernekler ise hala daha çok, daha kaliteli dansör ve dansöz yetiştirmek, daha çok seyirci toplamak, daha çok halkın kendileri gibi olmuş kısmını birarada tutmak çabasında. Tabanla olan ilişkileri daha çok halktan, daha çok insanın derneğe gelmesi yönünde. Bu yönü ile de tamamen tabandan kopmuş durumda. Tabanına seslenebildiği yetkin olduğu tek konu dans. Ve ne yazık ki bu yöntemin, yolun doğruluğuna inanlar hala varlar.
***
Kısaca benim bakış açıma göre şu an ne yapacağına karar verememiş, bir şeyler yapmasının gerekliliğini fark etmiş fakat önünde bulunan dernekleşme bariyerine takılmış bir taban ile tamamen tabandan kopmuş, tabanla ilişkisini dans, zexes vs.den öteye götüremeyen bir dernek yapılanması var.
Gerek Türkiye’nin demokratikleşme yolunda kat ettiği yolun zorlamaları ile gerek Kafkasya’daki gelişmelerin, oradaki dinamiklerin de etkisi ile kendi iç dinamiği nerede ise yok denilecek durumda olan dernekler мэпIытIыраох - kıvranıyorlar.
Bu aşamada yapılması gereken şey ise derneklerin ulusallaştırılması.
Ne yazık ki taban günümüzde hala ekonomik anlamda bu derneklerce biriktirilmiş altyapının aynısı oranında yeniden yapılanabilecek güce sahip olduğu izlenimini bende bırakmıyor. Elbette ki çarpık yapılanma veya binanın restoresinden daha kolay olanı eğer ekonomik güce sahipseniz yeniden (tüm isteklerinize uygun) bir bina inşa etmektir.
Yukarıda bahsetmediğimiz pek çok gelişme özellikle Kafkasya ve (AB zorlaması ile) Türkiye’de olanlar ise diasporamızın acilen düzgün bir yapılanmağa ihtiyacı olduğunu hepimize gösteriyor. Şu an yapabileceğimiz bana en mantıklı gelen şey ise derneklerimizin bir an evvel ulusallaştırılmasıdır.